29 Mart 2024, Cuma
Haber Giriş: 12.03.2021 06:00 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:14

"Doğruları unutuyor yalanları inşa ediyoruz"

Kitapları 30 ülkede yayımlanan, 41 dile çevrilen Burhan Sönmez, yeni romanı Taş ve Gölge’deki temel fikrin unutmak olduğunu söylüyor: “Roman belleğin dürtülmesidir” 
"Doğruları unutuyor yalanları inşa ediyoruz"
Gavsono mülteci (Süryanice) demek. Kendi toprağından kopan, başka toprağa savrulan kişiye denir. Rüzgârın önündeki yaprak gibi. Toprağını yitirmek belleğini yitirmektir.” Bu cümleler, Burhan Sönmez’in beşinci romanı Taş ve Gölge’den. Romanları 41 dile çevrilen ve 30’dan fazla ülkede yayımlanan, ABD’de Vaclav Havel Ödülü’ne (2017), Britanya’da EBRD Edebiyat Ödülü’ne (2018) değer görülen Sönmez; yeni romanında dil, kimlik, kök meselesini mezartaşı ustası Avdo’nun hikâyesi merkezinde yazmış ama öyle bir yazmış ki tarihin yükünü de kalemine yüklemiş.  Roman boyunca, bazen 1965 yılının Paris adlı bir gazinosuna, bazen 1939’un Mezopotamya Ovası’na, bazen 1972’nin bir akşamında Mısır Apartmanı’na, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin onuncu idam edileni Avdo olmayı beklerken Deniz Gezmiş’in idamına, Dersim’e, Sivas’a, Haymana’ya götürüyor okuru; Sönmez… Tarihe taş gibi oturan olayların gölgesinin hâlâ bizimle olan varlığının ispatı gibi. Sönmez’le tüm bunları ve yüklerini konuştuk. Taş ve Gölge’yi bitirdikten sonra Bana Adını Söyle kitabındaki öykünün başındaki yazıyı bir daha okudum: “ ‘Öldü’ dediklerinde, ne yazılabilirdi mezar taşına? Hangi ad ölüme yetebilir ve hangi söz zamana dayanabilirdi?” diye sormuşsun. Bu romanın kahramanı mezar taşı ustası Avdo sormuş gibi sanki…  Her şeyin yok olacağı ve bizim de o sona doğru yaklaşan canlılar olduğumuz gerçeği, sürekli düşünmesek de bilincimizin gerisinde capcanlı durur. Hayat dediğimiz şey, sonsuzluktaki kısa zaman içinde bir anlam ve güzellik bulma çabasıdır. Avdo bu sorunla yüzleşmeye çalışır, geceye ve yıldızlara bağlılığı bundandır. Yıllar, yüzyıllar süren birçok hikâyenin bir bütünü Taş ve Gölge. Birbirine çok uzak tarihlerden olaylar var. Hepsinin ortak noktası neydi? Unutmak. Doğruları unutuyor, yalanları inşa ediyoruz. Toplum olarak yalana bağlanıyoruz. Roman biraz da belleğin dürtüklenmesi, rahatsız edilmesidir. Yalan konforundan sıyrılmanın bir yolu bu. Hiçbir şey dünyada kendi başına var değil. Her şey, sonsuz ağlar içinde pek çok noktaya bağlı. Bunları hatırlamak gerek. 1915’te ölen ve Müslüman mezarlığında yatan Madlen’in mezar taşında adı değil, sadece mim harfi var. Dersim’de çırılçıplak ölü yatan Miskal’in üzerinde bir ceket… Elif, Perihan, Reyhan… Farklı dönemlerin kadınları olsa da hiçbir kadın Şahmeran’ın gülümsediğini göremiyor romanda…  Kadınların azabı bugün ortaya çıkmadı. Bilinen tarihin başlangıcından beri yaşıyorlar bunu. Bugün bunu daha çok görüyorsak, bir nedeni de kadınların bilinçlenmesi ve gerçeği gözler önüne sermeleridir. Onların bilinci ve çabası, iyiliğimizin anahtarıdır. Merkez Efendi’den Dersim’e, Deniz Gezmiş’ten Albay Talat Aydemir’e, Sivas Katliamı’na ve hatta Sivas’ın 434 yıl öncesine götürüyorsun bizi. Kişiler ve olaylar aracılığıyla, okura geçmişten taş gibi ağır yükler taşımışsınız sanki…   Ağır yükler taşıyoruz, bunların ağırlığını fark etmek için etrafımıza bakmaya çalışmalıyız. Kolay değil. Bu yüzden bir yere değil, çok yere odaklanabilmemiz gerek. Romanda bunu başarabilmek için, çok-mekânlı ve çok-zamanlı bir çatı kurdum.

Binlerce yıllık ‘kim’ meselesi

İmam Muhittin’in sorusu en büyük meselelerden biri: “Kim büyüttü seni, Müslümanlar mı, gavurlar mı?” Avdo’nun adından daha önemli belki “kim”lerin büyüttüğü… “Kim” meselesi yalnızca anne-babayla sınırlı değil. “Anadil” kelimesinin Kürtçedeki karşılıklarından biri “zimanê zikmakî”dir. “Anne karnındaki dil” anlamına gelir. Çocuğun doğmadan önce edindiklerini ifade eder. Biz anne-babalarımızın değil yaşadığımız toplumların, binlerce yılla yoğrulan eski kuşakların çocuklarıyız. Onların umutları, karamsarlıkları, korkuları ve neşeleriyle büyürüz.