16 Nisan 2024, Salı
Haber Giriş: 28.05.2021 06:00 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:15

“Yaratıcılık için korku şart”

Tedirgin edici yedi öyküden oluşan yeni kitabı Belirsiz Bir Ânın Kıyısında’yı yayımlayan Murat Gülsoy: “İnsan zihni sürekli paranoyak senaryolar üretiyor. Edebiyat da insanlığın korkularını işler. Sanat, korku ve arzunun çarpıştığı noktada ortaya çıkıyor.”
“Yaratıcılık için korku şart”
Murat Gülsoy’un yeni öykü kitabı Belirsiz Bir Ânın Kıyısında’yı (Can Yayınları) okumaya başladığım zaman etrafımdaki nesnelere, eşyalara, içinde bulunduğum mekânlara ve belleğime bile şüpheyle bakmaya başladığımı fark ettim. Birileri zihnimi işgal ediyordu. Zaman ve bellek yanılsaması, anestezi sonrası zihnin gelgiti, az sonra olacak her şeyi durmaksızın yazan bir yazar, tuhaf bir mahalle, bir robot, çok normalmiş gibi mezardan çıkıp gelen bir baba yahut bir evin içinde kaybolan biri… Tekinsiz ve tedirgin edici yedi öykü var Gülsoy’un Belirsiz Bir Ânın Kıyısında adını verdiği kitabında. Uzun zamandır öykülerini okumadığımız Murat Gülsoy’la tüm bunları konuştuk.

Hayat yazdıklarıma sızar

İçinde bulunduğumuz tedirgin edici zaman, bu öykülere çalışma sürecinizi nasıl etkiledi? Yaşadıklarımı yazmam ama hayat yazdıklarıma her zaman sızar. Pandemi süreci ise belirsizlikleriyle, yarattığı korkuyla, endişeyle, bu kitabın atmosferiyle bir şekilde çakıştı. Ama pandemi etkisiyle yazılmış öyküler değil. Tam tersine, ilk yazdıklarımdan itibaren süregiden bazı izleklerin devamı var burada: Zihinsel süreçler, yanılsamalar, belirsizliklerin yarattığı tedirginlikler, gerçeklik sorgulamaları...  “İnsan sadece başından geçenleri yazmaz kimi zaman da yazdıkları başına geliverir” demişsiniz. Aslında bu oluyor galiba… Olabilir. İnsan zihni sürekli paranoyak senaryolar üretiyor. Sanırım bu bir tür hayatta kalma stratejisi. Edebiyatçılar, sinemacılar, gelmiş geçmiş tüm hikâye anlatıcıları benzer bir provayı kurgularla deneyimlememizi sağlarlar. Ya dünyaya bir göktaşı çarparsa ya insanları kör eden bir virüs hızla yayılırsa, ya bir gün dünyada içecek su kalmazsa ya da bir tufan olursa... İnsanlığın korkuları… Korkunun insan yaratıcılığı için gerekli olduğunu düşünüyorum. Korkuların ve arzuların çarpıştığı sınırda doğuyor sanat. 

‘Sınır durumlar’ın etkisi

Kitaptaki tüm öyküleri okurken baskın olarak hissettiğim şey tekinsiz ve tedirgin edici olmalarıydı. Belki de birçok şeyin “belirsiz” olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle bunların üzerine gitmenizin bir motivasyonu var mıydı?  Yazarken sınır durumların insan üzerindeki etkisini araştırıyorum hep. Sınırın öte yanı bazen bir dönüşümü vaat eder bazen de korkutucu bir belirsizliği. Rüyalar, anestezi sonrası tuhaflıklar, bir cenaze ile aynı odada bulunmak, bir kaza anı ya da en basitinden uçağın bir hava boşluğuna düşmesi. İnsanın denetiminde olmayan, bildiği güvenli gerçekliği tehdit eden deneyimler. Bunların edebiyat ve sanat yoluyla kurcalanması beni her zaman çekti, yazdıklarımda hep vardı ancak bu öykülerde çok daha ön plana geldi.   ‘Unheimlich’, sürprizli bir öykü. Çok da bilgi vermek istemiyorum öykü hakkında o yüzden yapay zekâ hakkında konuşalım. Bu diğer öykülerden biraz daha ürkütücü… 1990’larda, psikoloji üzerine çalışırken ELIZA diye bir terapist programı geçmişti elime. İlkel bir yapay zekâ uygulaması. Bir dizi soru- cevapla diyaloğu sürdürebilen ve bir terapisti taklit eden bir programdı bu. Onunla konuşmaya başladığımda yaşadığım tekinsizlik duygusundan kaynaklandı diyebilirim. Bir an için bile olsa ‘Acaba beni anladı mı?’ duygusuna kapılmak… Ya da daha tuhafı, onun akılsız bir program olduğunu bilmenize rağmen sorduğu sorunun sizin için önemli olduğunu fark etmeniz… Bunlar daha başlangıç. Yakın geleceğimizde bu tür tekinsizlikleri sıklıkla deneyimleyeceğiz.  Tekinsizlik çağındayız diyebilir miyiz peki? Evet, tabii. Zaten post-truth diye adlandırılan şeyin bir diğer anlamı da tekinsizlik. Yani hiçbir şeyin gerçekliğinden eğer siz emin olamıyorsanız, bu bir tekinsizlik yaratıyor. Gerçeklik yok olmadı ama gerçekliğin ortak anlaşma zemini neredeyse ortadan kalktı. Bunlar ürkütücü tabii.

“Boğaziçililik tüm yaşamımı belirledi”

Bir zamanlar öğrenci, şimdilerde de akademisyen olarak Boğaziçili olmak yazarlığınızı nasıl etkiledi? Boğaziçi’nde okumak, daha sonra çalışmak tüm yaşamımı belirledi. 1980’lerin ilk yarısında öğrenci olarak biraz olsun kendimi özgür hissedebileceğim yer orası olduğu için tercih etmiştim. Kapısında hocaların “rütbelerini” yazmaya ihtiyaç duymadıkları bir yer. Bir gün bile pazartesi sendromu yaşamadım. Bugün hiç hak etmediği sorunlarla boğuşan üniversite, liyakate dayalı demokratik bir yönetişim geleneğine sahiptir. Tüm bileşenleri bu geleneğin değerini biliyor, o nedenle Boğaziçi’nin geleceğinin çok daha iyi olacağına inanıyorum.