28 Mart 2024, Perşembe
14.05.2021 06:00

1 Kasım seçimleri-15 Temmuz darbe girişimi arasında Türkiye

Hâlâ içinde yaşadığımız girdap durulacak mı yoksa fırtına bir kasırgaya mı dönüşecek, gelişmeler nereye evrilecek, bu yolculuk nasıl devam edecek, kestirmesi zor. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu geniş coğrafyanın ve hatta topyekûn dünyanın içinden geçtiği fırtınanın yakın bir zamanda dineceğini ummak, sanırım iyimserlik değil olsa olsa saflık olur

Oksijen’e başladığımdan beri yakın tarih üzerine yazıyorum. Erken Cumhuriyet’in tarih tartışmalarıyla başladım. Oradan kısaca Soğuk Savaş dönemine girdim. 1980’lerden beri entelektüel gündemi meşgul eden Kemalizm eleştirileri hakkında bir şeyler söyledikten sonra, son beş yazıda AKP yıllarına yöneldim.  Bu yazılarda özellikle 2007’den beri Türkiye’nin içinden geçtiği birbiri ardına patlayan fırtınalarla dolu yolculuğu inceliyorum. Kısa bir zaman dilimine sıkışmış bu kadar dramatik - dramatik olduğu kadar karmaşık - olayı bir bütünsellik içinde düşünüp manalı bir çerçeveye oturtmaya çalışıyorum. Tabii bunu birçok olayın arka planını ve ayrıntılarını bilmeden yapıyorum.

Ezilmiş milyonlarca kişi

Türkiye’nin yaşadığı bu fırtınalı dönemi şekillendiren ittifaklar nasıl kuruldu, nasıl yıkıldı; devlet kurumlarındaki iç mücadeleler nasıl kronik bir iç savaşa dönüştü; siyaset, bürokrasi, iş çevreleri, dinî cemaatler ve hatta bu günlerde gündemde olan farklı suç örgütleri arasındaki ilişkiler nasıl inşa edildi ve bu ilişkiler nasıl yürütüldü veya yürütülemedi; Türkiye’nin bulunduğu bölgenin Birinci Körfez Savaşı’ndan beri içinden çıkmak bir yana iyice içine gömüldüğü girdap: uluslararası siyasetin görünen ve görünmeyen yüzü; yıkılan büyük “stratejiler”; bu “stratejiler” altında ezilmiş milyonlar...  Bir anlamda Ortadoğu savaşlarının ve darbelerinin perde arkasındaki aktörlerini, verilen kararların ve yapılan pazarlıkların ayrıntısını ancak çok ileride öğrenebileceğiz.  Bu kadar bilinmezlik yanında, günümüze yaklaştıkça Türkiye’nin bu fırtınalı seyahatini yazmak daha da zorlaşıyor. Hem olayların yoğunluğu artıyor hem sıcaklığı. Takdir ederseniz ki, bir tarihçi için insanların hâlâ aktörleri oldukları olguları ve olayları incelemek güç ama tam da bu nedenden dolayı bu dönemi bir tarihçi olarak yazmak bana manalı geliyor. İşin doğrusu henüz işin başındayım. Görünen ve görünmeyen meselelerin analizlerini yapmanın, bu analizlerden bazı sonuçlar çıkarmanın ve Türkiye’nin bu fırtınalı macerasının nereden nereye aktığı, bu akıntı içinde barış, özgürlük ve eşitlik adına nasıl pozisyon almak gerektiği hakkında bir şeyler söylemenin bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Hâlâ içinde yaşadığımız bu girdap durulacak mı yoksa fırtına bir kasırgaya mı dönüşecek, gelişmeler nereye evrilecek, bu yolculuk nasıl devam edecek, kestirmesi zor. Gerçi bir tarihçinin yapması gereken şey geleceği tahmin etmek değil. Daha ziyade gelişmelerin dinamiklerini, yapısal ya da konjonktürel bağlamlarını inceleyerek olayları ve olguları bir hikâye içinde sunmak. Yine de şunu söyleyebilirim ki Türkiye’nin, Türkiye’nin içinde bulunduğu geniş coğrafyanın ve hatta topyekûn dünyanın içinden geçtiği fırtınanın yakın bir zamanda dineceğini ummak sanırım iyimserlik değil olsa olsa saflık olur.  Bu kısa girişten sonra geçen yazıda kaldığımız yerden devam edelim.

Bitmeyen şiddet

Geçen yazıda 24 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki dönemde yüzlerce insanın hayatını kaybettiği o kanlı dönemi bir kronolojik çerçeveye yerleştirmeye çalışmıştım. Bu dönemde çözüm süreci çökmüş, Türkiye kendini bir anda bir şiddet sarmalının içinde bulmuştu. Türkiye’yi kan gölüne çeviren IŞİD’in üstlendiği bombalı saldırıları ve PKK ile güvenlik güçleri arasındaki çatışmaların artmasını 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı siyasi belirsizlikle ilişkilendiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, olası bir AKP-CHP koalisyonunu engellemiş ve yeniden seçimi zorlamıştı.  1 Kasım 2015’teki yenilenmiş seçimlerde AKP 7 Haziran’da kaybettiği oyları fazlasıyla geri almış, tarihin en büyük oy patlamasını yapmıştı. Buna mukabil çözüm sürecine en güçlü muhalefeti yaparak 7 Haziran’da oy patlaması yapan MHP, 1 Kasım seçimlerinden oyları önemli ölçüde azalarak çıkmıştı. Bu seçim yenilgisi sonrasında pozisyon değiştirecek olan MHP ve onun lideri Devlet Bahçeli, 1 Kasım seçimlerinden sonraki süreçte Türkiye siyasetinin en belirleyici aktörü olacaktı. 1 Kasım seçimlerinden sonra Türkiye’yi bir süredir sarsan şiddet durmadı. Tam tersine bu dönemde çözüm sürecinin bitmesinin ardından güvenlik güçlerinin operasyonlarına misilleme olarak PKK da bombalı saldırılara başlayacak ve adeta IŞİD’in düzenlediği saldırılara eşlik edecekti. Bu dönemdeki baş döndürücü şiddet olaylarını hatırlayalım.  28 Kasım 2015, Tahir Elçi “kaza!” kurşunu ile öldürüldü. 7 Şubat 2016, Cizre’de güvenlik güçlerinin düzenlediği operasyonda PKK bağlantılı olduğu öne sürülen 60 kişi bir bodrum katında yanarak hayatını kaybetti. Bu olaya misilleme olarak, 17 Şubat’ta Ankara’da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı binası önünde PKK’nın üstlendiği ve 28 subayın hayatını kaybettiği bir saldırı meydana geldi. 13 Mart, Ankara Kızılay’da 37 kişinin hayatını kaybettiği PKK’nın üstelendiği yeni bir saldırıya tanık olduk. 20 Mart, İstiklal Caddesi’nde ABD ve İsrail vatandaşı 5 turistin hayatını kaybettiği IŞİD saldırısı meydana geldi. 28 Haziran’da IŞİD dünyanın en işlek havalimanlarından biri olan Atatürk Havalimanı’nda 44 kişinin öldürüldüğü bir saldırı daha düzenledi. PKK ve IŞİD saldırıları bir sonraki yazıda inceleyeceğimiz 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da devam etti. Bu şiddet sarmalı PKK’nın üstelendiği 10 Aralık 2016’da Beşiktaş’ta çoğu polis 44 vatandaşın ölümüne yol açan saldırı ve 2017 yılbaşında Reina gece kulübünde 39 kişinin kurşunlarla can verdiği IŞİD saldırısı ile devam edecekti.  Bu şiddet sarmalının farklı boyutları vardı. Bir yandan PKK ile güvenlik güçleri arasında olan çatışmalar, çözüm sürecinin bitmesi ve ardından Cizre’de bodrum katındaki operasyon sonrası iyice artmakta, PKK hedefini şehirlere doğru çevirmekteydi. Bu dönemde HDP yönetimi arabuluculuk kabiliyetini yitirmiş, devreden çıkmıştı. Diğer yandan IŞİD Türkiye’ye saldırıyordu ya da Türkiye’ye saldırarak belki dünyaya da mesaj veriyordu. (Bu dönemde IŞİD’in Avrupa şehirlerindeki eylemlerini de yoğunlaştırdığını hatırlayalım.) Diğer yandan IŞİD ve PYD arasında Kuzey Suriye’deki savaş Türkiye topraklarına sıçramıştı. Aslında hem Suruç hem Ankara Garı katliamları, tüm karanlık boyutları bir yana, Suriye’deki savaşın uzantılarıydı. Bu dönemde iktidar, muhalefet ve Batı tarafından IŞİD’e karşı yeteri kadar güçlü bir mücadele yürütmemekle, PKK-IŞİD savaşında saklı olarak IŞİD’i desteklemekle itham edildi.  1 Kasım 2015-15 Temmuz 2016 arasındaki sekiz buçuk aylık dönemde ilerideki yılları derinden etkileyecek beş büyük gelişme daha olur.  Bunlardan ilki, 1 Kasım seçimlerinden 24 gün sonra Türk Hava Kuvvetleri’nin angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle bir Rus savaş uçağını düşürmesi ve bu olaydan sonra ortaya çıkan diplomatik kriz. Rus uçağının düşürülmesi, her ne kadar 22 Haziran 2012’de Suriye’de düşürülen Türk savaş uçağının bir misillemesi olarak sunulmasa da, belli ki Hava Kuvvetleri içinde bazı çevreler tarafından bu şekilde görülmüştü. Bu olay  Eylül 2015’ten sonra Rusya’nın Suriye iç savaşına aktif olarak dahil olması, ardından Türkiye’nin Suriye iç savaşındaki aktif rolünü kamuoyuna meşrulaştırmak için Bayırbucak Türkmenleri’ni öne sürdüğü zamana rastlar. (Herhalde Bayırbucak Türkmenleri’ni bugün çok az insan hatırlıyor). Soğuk Savaş döneminde olsaydı bir dünya savaşına yol açabilecek bu uçak düşürme vakası (buna bir de darbe girişiminden sonra Rusya büyükelçisinin Ankara’da öldürülmesini ekleyelim) paradoksal bir şekilde Türkiye ve Rusya arasında bir yakınlaşmayı doğuracaktır. Türkiye Rusya’dan özür dileyecek, 15 Temmuz sonrasında ise Suriye’de çatışan konumlarına rağmen Türkiye ve Rusya adına Erdoğan ve Putin adeta bir ittifak kuracaklardır. İş daha büyüyecek, gelişmeler Türkiye’nin parçası olduğu ve milyonlarca dolar ön ödeme yaptığı F35 programından çıkarılmak ve NATO ile yaşanacak derin bir kriz pahasına Rusya’dan S-400 füze sistemleri almasına kadar gidecektir. İşin doğrusu Rus uçağını düşüren Türkiye, 15 Temmuz sonrası Rusya’ya adeta borçlu kalmıştır, böylece 17’nci yüzyıldan beri Türkiye ve Rusya ilişkileri tarihinin belki de en ilginç safhası yaşanmıştır (hala yaşanmaktadır). 
Şimdi New York’taki Metropolitan Sanat Müzesinde sergilenen meşhur bir Selçuklu tabağını süsleyen bir resimden esinlendiğim bu kompozisyonu Selçuklu ve erken dönem Osmanlı sanatı ve mimari tarihi uzmanı eşim Patricia Blessing için yapmıştım. O izin verdi, Oksijen okurları için paylaşıyorum. Güneş etrafındaki altı gezegenin insanileşmiş döngüsüyle temsil edilen evrenin tekrarlayan ritmini resmin çevresinde gelişen bir hayatla kendimce kırmaya çalıştım. Dairesel şehir ise bu girişimin sadece bir tanığı olarak konumlanmıştı.
Şimdi New York’taki Metropolitan Sanat Müzesinde sergilenen meşhur bir Selçuklu tabağını süsleyen bir resimden esinlendiğim bu kompozisyonu Selçuklu ve erken dönem Osmanlı sanatı ve mimari tarihi uzmanı eşim Patricia Blessing için yapmıştım. O izin verdi, Oksijen okurları için paylaşıyorum. Güneş etrafındaki altı gezegenin insanileşmiş döngüsüyle temsil edilen evrenin tekrarlayan ritmini resmin çevresinde gelişen bir hayatla kendimce kırmaya çalıştım. Dairesel şehir ise bu girişimin sadece bir tanığı olarak konumlanmıştı.

Akademide büyük kıyım

İkinci önemli gelişme, 11 Ocak 2016’da 1228 akademisyen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığı altında iktidarı Kürt bölgelerindeki şiddete son vermeye ve barış sürecini tekrar başlatmaya davet eden bildiriyi imzaları ve kamuoyu ile paylaşmalarıdır. Bu bildiri Erdoğan tarafından büyük bir hiddetle karşılanır ve akademisyenler ihanetle suçlanır. Ardından soruşturmalar ve gözaltılar başlar. Bildiriyi imzalayan akademisyenlerle dayanışma içinde Türkiye’de daha geniş bir imza kampanyası düzenlenir. Bir-iki hafta sonra dünyanın sayılı akademisyenlerinin imzaladığı başka bir bildiri bu olayın dünya kamuoyuna mal olmasına yol açar. Daha sonra bu olayın Türkiye akademisinin yaşadığı en büyük kıyıma yol açacağını göreceğiz. Bu meslektaşların çoğu KHK ile işlerini kaybedecek, birçoğu ülkelerini terk edecektir. Diğer bir gelişme MHP’nin tüzük kurultayıdır. 1 Kasım’da seçimden oy kaybıyla çıkan MHP içinde başta Meral Akşener olmak üzere, bir grup muhalif kurultay talep etmiş, mesele mahkemede bitmiştir. Haziran 2016’da gerçekleşecek bu olaydan sonra Erdoğan’ın “yönlendirmesiyle” bir yargı mizanseni gerçekleşecek ve iktidar, Devlet Bahçeli’nin MHP Genel Başkanı kalmasını sağlayacaktır. Adeta Edoğan-Putin arasında kurulan ittifaka benzer bir şekilde, uzun süredir birbirleriyle çılgınca vuruşan iki siyasî hareket ve lider bu hamle sonucu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bir kader birliğine dönüşecek AKP-MHP ittifakının temellerini atacaklardır. Milliyetçi cenahtaki bu tüzük kurultayı krizinin milliyetçi hareketi bir bunalıma sürükleyecek yerde Türkiye’de yeni bir milliyetçi partinin daha ortaya çıkmasına vesile olduğunu da not edelim.  Yine bu gelişme daha sonra Cumhur İttifakı ismini alacak işbirliğinin de doğmasını sağlayacaktır. Üçüncü gelişme, Erdoğan ile Gülenciler arasındaki savaşın artarak devam etmesidir. Bu dönemde Gülenciler, Paralel Devlet Yapılanması olarak isimlendiriliyordu. Gülenci emniyet, yargı ve basına karşı kapsamlı olmayan operasyonlar başlasa da Gülenciler hâlâ televizyon kanalları ve gazetelerinden AKP ve Erdoğan’a karşı bir kampanyayı derinleştirebilecek güçte gözükmekteydiler. Yine bu dönemde Gülencilerin muhalefetle yakınlaşma çabaları olur. Gülenci televizyon kanallarına sol ve milliyetçi muhalefetten insanlar konuk edilir.

Sıra dışı bir konuşma 

28 Mart 2016’da Erdoğan Harp Akademileri’ni ziyaret eder ve oldukça sıradışı bir konuşma yapar. Konuşmasında PKK ile Paralel Devlet Yapılanması’ndan ve devletin yürüttüğü operasyonlardan bahsettikten sonra çok çarpıcı bir ifadede bulunur: “Her fırsatta söylüyorum, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Sizlerin huzurunda buna bir de tek ordu, tek komutan vurgusunu eklemek isterim. Anayasamızın 117’nci maddesi, ‘Başkomutanlık TBMM’nin manevi varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur’ diyor. Buna göre, burada bulunan tüm subaylarımız, Türk Silahlı Kuvvetleri’mizin tüm mensupları, başkomutan sıfatıyla benim yakın mesai arkadaşlarımdır. Hayatım boyunca inanmadığım hiçbir şeyi söylemedim, bu yüzden başım çok belaya girmiş olsa da hep hasbi konuştum, hasbi davrandım. Şimdi de diyorum ki buradaki her bir subayımızın benim için öz kardeşimden, öz evladımdan, yakın çalışma ekibimden en küçük bir farkı yoktur. Sizler gibi yiğit, cesur, eğitimli, bilgili, dirayetli ve sadakatli mesai arkadaşlarına sahip olduğum için, ne kadar iftihar etsem azdır.” Erdoğan belli ki TSK’daki emir-komuta zincirinde sorunlar olduğunu biliyordu. Bu çok ilginç sözler dört ay sonra gerçekleşecek darbe girişimi hakkında ne söylemektedir? Bu konuyu 15 Temmuz vakasını ele alacağımız diğer yazıya saklayalım. Ve son olarak, Ahmet Davutoğlu’nun Mayıs 2016’da başbakanlıktan istifasını ekleyerek bu yazıyı sonlandıralım. Görünürde şeffaflık paketi ve MİT Müsteşarı’nın Davutoğlu tarafından siyasete sokulması meseleleri üzerinden Erdoğan ve Davutoğlu arasında çıkan anlaşmazlık aslında çok daha derin bir kırılmayı tetikleyecektir. Erdoğan’ın Davutoğlu’nu, onun AKP üzerindeki etkisini sınırlayan ve olası bir başkanlık rejimine geçiş programını frenleyen biri olarak gördüğü açıktı. Aralarında çok ilginç bir ego çatışması olduğunu da not edelim. Ama bunlardan da önemlisi, Davutoğlu’nun gizemli bir internet sitesinde çıkan anonim bir bildiri ile istifaya zorlanması, Türkiye’deki çok partili parlamenter siyasetin alışılagelmiş davranış kalıplarının ve geleneklerin artık ortadan kalkıyor olduğunu belgeler nitelikteydi. Önümüzdeki dönem bu davranış kalıplarının ve geleneklerin, Türkiye’deki topyekûn kurumsal bürokratik yapı ile adeta sıfırlanarak yeni bir rejim inşası çabası bizi beklemektedir. Ama her şeyden önce bu yeni rejim inşası için görkemli bir başlangıca ihtiyaç vardır. Bu görkemli başlangıç imkânı 15 Temmuz’da bir darbe teşebbüsü ve büyük halk katılımı ile bastırılması sonucu ortaya çıkacaktır.  Haftaya “15 Temmuz Türkiye tarihinin neresinde” sorusu ile devam edelim.