24 Nisan 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
05.11.2021 04:30

Beyoğlu sinemalarının farklı yaşları

Sinemalar ve hatıraları... Her kuşak kendi hikâyesinin meftunu değil miydi esasında? O hikâyeler biraz da o şehirlerin ve kasabaların tarihi, daha da önemlisi kimliği için yazılmamış mıydı? Perdeye yansıyanlar hangi hayatlarda hangi hayallere gidilmesinin yolunu açmıştı? Şimdi Beyoğlu sinemaları desem, farklı zamanlardan ne çok ses duyulur kim bilir? Hikâyeler yine anlatılmak istenir. Bazı anlar hiç unutulmamıştır çünkü.

Filmlerin ötesine geçmek

Bırakın değişen kuşakları, bu dünyada çok özel duygu yolculuklarına çıkmış, belirli bir yaşa gelmiş yolcuların hayatlarında da birçok farklı dönem yok mudur? Birçok başka sinema zamanı? Benim en eski anılarım 1960’lı yılların ortalarına kadar gidiyor mesela. İlk sinema eğitimlerimi, hayatın olağan seyrinde aldığım günlere... Hatırlıyorum. Babamla neredeyse her pazar günü o Beyoğlu sinemalarına 11.00 matinelerine giderdik. Seyrettiklerimiz ya tarihi ya da kovboy filmleriydi. Tabii Kızılderililer de vardı. Nedense Amerikan askerlerine karşı hep onları tutardım. Mevzu hakkında hiçbir siyasi ve tarihi bilgim yoktu oysa. Çocuk halimle nereden olacaktı... Neden yanlarında dururdum o zaman? Tüylerinden, oklarından, baltalarından ve yüzlerini boyamalarından etkilenirdim de ondan belki. Bir de her seferinde yenilmeleri ağırıma gider, dahası içimi acıtırdı. Hiç değilse bir kere kazansınlar isterdim. Sinemadan üzgün çıkardım bu yüzden. En kötüsüyse hissettiklerimi paylaşamamamdı. Amerikan askerlerinin iyi, Kızılderililerin kötü olduğu söylenmişti çünkü bir kere. Kötünün yanında durduğunu söylemek kolay mıydı? Ama üzüntümün yavaş yavaş dağılmasını sağlayacak ihtimali de göz ardı etmezdim bu arada. Atlantik’te yenecek, salçasıyla ve biraz turşuyla tatlandırılmış sosisli sandviç ile sucuklu tost... Soğuk bir limonata ile tabii... Sinemaya girilmeden önce de İnci’de profiterol yenmişti. Ya da küçük bir fare şeklindeki dışı çikolatalı, içi kestaneli pastadan. O küçük sebilden küçük bardaklara doldurulan su da içilerek... Sinema bir şenlikti çünkü, yaşanabildiğince yaşanmalıydı. Hangi sinemalardı onlar? Emek? Yeni Melek? Atlas? Şimdi hepsi nasıl da bir sis perdesinin ardında saklanmış gibi duruyor. 1970’li yılların ilk yarısındaysa Beyoğlu sinemaları başka bir havaya bürünmüş gibiydi.  Bir gözden düşme dönemiydi sanki. Bunda o sinemalarda oynatılan filmlerin de etkisi var mıydı? Birbirinden çirkin yerli seks filmleri neredeyse her yeri kaplamıştı. Sansür makasından kurtulabilenler biz ergenler için yasaklı bir cazibeye sahipti. O sinemalara girip çıkarken birilerine yakalanma endişesi vardı çünkü. Görülmek istenen o filmler değildi neticede, bilen bilirdi, aralarına konan, on dakika kadar süren porno sahnelerdi. Onlara ‘parça’ dendiğini kaç kişi hatırlıyor şimdi? O günlerden Rüya Sineması geliyor aklıma. Alkazar da var mıydı? 70’li yılların ikinci yarısıysa biraz daha “entelektüel” olmaya çalıştığımız yıllardı. Hayatımıza Sinematek girmişti artık. Hangi filmler vardı seyrettiklerimiz arasında? Rıhtımlar Üstünde’yi, Cennetin Doğusu’nu, Dr. Jivago’yu hatırlıyorum. Sinemada bir edebiyat tadı arıyorduk. Kolay mıydı? İlk hikâyelerimin yoluna çıkmaya başlamıştım artık. Yves Montand ile ilgili bir belgesel de gelmişti. Yapılan bir röportaj, konser kayıtları... Sahnede Nazım’ın Akrep Gibisin Kardeşim şiirini Fransızca okuduğunu görmek nasıl etkileyiciydi. Öyle ya, o günlerde YouTube yoktu ki... Hangi sinemaydı? Aklımda Dünya kalmış. Hafızam şimdi beni aldatmıyorsa... 1980’li yıllarsa Sinema Festivali günleriydi artık. Beyoğlu sinemaları karşıma bir başka heyecanın izleriyle çıkıyordu. Emek bir daha sahnedeydi. Galiba Atlas da... Alkazar ise bu yeni havada adeta kimlik değiştirmişti. 90’lı yıllardaysa sadece sanat filmleri göstererek kendisini var etmeyi amaçlamış Beyoğlu Sineması girecekti hayatımıza.

Şimdi geriye kalanlar

Sonra da birçok sinema kapanacak, bazılarıysa cep sinemalarına dönüştürülecekti. Hikâyenin sonuna mı geliyorduk? Hani sinema çok kişinin bir araya gelerek o filmleri o karanlık salonda o hayaller için seyrettiği bir rüyaydı? Küçük törenler de yavaş yavaş heyecanını kaybetti böylelikle. Hulki Aktunç, Bir Yer Göstericinin Hayatı’nı hangi duyguyla yazmıştı? Elindeki projektörle gelenlere oturacakları yerleri gösteren ‘teşrifatçılar’... Herkes Beyoğlu Sineması’ndaki Erkan Bey gibi kibar değildi. Ergen halimle, bahşiş vermemek için, onları atlatmayı nasıl da severdim. Biraz da azarlanmayı göze alarak tabii... Nasıl atlatmayayım ki? Her yeri ezbere biliyordum artık.  Yoksa bizim hayatımız da bir film miydi?