20 Nisan 2024, Cumartesi
25.06.2021 04:30

Bir CHP arkeolojisi

Amacım CHP için bir gelenek uydurmak değil elbet. CHP geleneğinin Osmanlı tarihinin katmanları arasında çok ilginç bağları var, bunun için farklı kanallardan geçmiși tekrar düșünmek faydalı olacaktır. CHP’yi var eden siyasal hikâyenin tarihsel bağlamının, geleneksel varsayımların ve aslında klișelerin bize önerdiği çerçeveden çok daha geniș olduğunun altını çizmek istiyorum

Geçen hafta yakın tarih yazılarına devamla 2017 Adalet Yürüyüşü üzerinden bir Cumhuriyet Halk Partisi değerlendirmesi kaleme almıştım. CHP’nin modern Türkiye tarihinin en belirleyici unsurlarından biri olduğunu, bir siyasal reform hareketi olarak kökeninin aslında ta 18’inci yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun reform hareketlerine kadar gittiğini ifade etmiş, yüzyıllık kurumsal tarihinde geçirdiği çok ilginç ideolojik dönüşümler, örgüt ve tabanının birçok farklılığı içeren özellikleri itibarıyla dünya siyasal partiler tarihi içinde de çok ilginç ve önemli bir yer işgal ettiğini vurgulamıştım. CHP’nin 1990’lardan beri bir özgüven krizi yaşadığını, parti elitlerinin partilerinin tarihsel deneyimini kavrayıp, onu geleceğe taşıyan alışılmış kavram ve varsayımların ötesinde cesur bir program ve çerçeve kurmakta zorlandığını belirtmiştim. Buna mukabil önümüzdeki dönemde AKP/Erdoğan sonrası Türkiye’ye kazası belasız geçiş ve o Türkiye’nin yeniden kurulmasında CHP’nin oynayacağı önemli rol için CHP’nin içine sıkıștığı düşünsel çerçevenin çok ötesinde bir hazırlık yapması gerektiğini düşündüğümü yazmıştım.  Bu yazıyı okuyan bazı okuyucu ve dostlar yazıyı beğendiklerini, yazıdaki fikirlerin Türkiye’nin üzerine çöken karanlık bulutlar ve yoğun sinisizm atmosferi içinde, temkinli de olsa, tünelin sonunda beliren bir umut ışığına işaret ettiğini bana ilettiler. Bazı okuyucu ve dostlar ise yazıyı CHP adına fazla iyimser buldular ve gerçekçi bir değerlendirme olmadığını belirttiler. CHP’nin önümüzdeki dönemde dönüştürücü bir aktör olmasının mümkün olmadığını, tam tersine, CHP’nin içine saplandığımız, nasıl ve ne zaman olacağını kestiremesek de fena halde çökmesi mukadder olan bir düzenin ortağı olduğunu vurguladılar. Bu değerli geri dönüşler bir yana, CHP’yi (ya da ülke tarihindeki herhangi bir aktörü, konuyu, olayı) Türkiye’deki düşünce iklimini uzun süre işgal etmiş varsayımlar ve klişelerin ötesinde yorumlama çabasının bir rahatsızlık kaynağı olabileceğine de bu küçük katkı vasıtası ile tanık oldum. Farklı kesimlerden birçok kişiye ezberledikleri düşünsel çerçevenin dışına çıkmalarını önerdiğim için özür dilerim. Yine de hadi biraz daha CHP ve tarih üzerine yazmaya (ve rahatsızlık vermeye) devam edelim, ne dersiniz? 

CHP’nin ana dinamiği

Öncelikle 18 ve 19’uncu yüzyıllar üzerine çalışan bir tarihçinin CHP üzerine yazmasının ne manaya geldiği hakkında birkaç satır: Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yılındaki dönüşümü küresel ve yerel bağlamlarıyla çalışan bir tarihçi için CHP o kadar ilginç bir konu ki... CHP tam da Osmanlı dünyasındaki iki yüz yıllık reform sürecinin sonunda çıkan bir siyasal hareket olmasından dolayı söz konusu dönüşümün birçok kodunu tabiri caiz ise DNA’sında barındırıyor. Mesela geçen yazıda bahsettiğim, CHP’nin kuruluşunun ana dinamiğini oluşturan bürokratik-askerî kadrolarla taşra elitleri arasındaki koalisyon meselesi, 18’inci asırdan beri imparatorluğun entegrasyonunun ana meselelerinden biridir. 1808’de imzalanan ve Osmanlı-Türkiye tarihinin (ve aslında dünyayı sarsan Devrimler Çağı’nın küresel anlamdaki) en ilginç anayasal metinlerinden biri olan Sened-i İttifak tam da böyle bir koalisyon çabasının ürünüydü. Bu Osmanlı tarihi boyunca kâh oluşan kâh dağılan koalisyonun ekonomik, siyasal ve kültürel tarihini anlamak bizi modern Türkiye analizlerini yıllarca esir almış merkez-çevre teorilerinin ötesine taşıyacak, CHP’nin kurulușu ve belki 1940’lara kadarki hikâyesini çok daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.  Bașka bir nokta: CHP’nin kamuculuk vurgusunun kökenlerini de 1923 ya da 1908 ile başlatmak yerine alternatif bir tarihsellik önerebiliriz. Osmanlı-Türkiye siyasal ve anayasal tarihinde, 18’inci yüzyıl sonlarında devlet yapısının kontratlar üzerinden, taşra elitleri dahil, farklı gruplara ihale edilmesine karșı (ya da tam da bu gelişmenin paralelinde) Osmanlı maliyecileri bașta olmak üzere, merkezî bürokrasi arasında kuvvetli bir kamu/özel ayrımı vurgusunun ortaya çıktığını biliyoruz. Aslında 1839 Tanzimat Fermanı tam da bu kamu/özel, devlet/toplum ayrımlarının netleştirilmeye çalışıldığı bir belgedir. Tabii kamusal yarar ya da kamu-özel ayrımının siyasal, hukukî ya da moral kodlarının oluşup toplumsallaşması Tanzimat Fermanı ya da CHP ile açıklanmayacak kadar karmaşıktır ama CHP’nin kuvvetli bir kamucu geleneğin taşıyıcısı olduğunu düşündüğümüzde, CHP’nin içinde Tanzimat Fermanı’nın da yer aldığı uzun bir hikâyenin parçası olduğunu tespit etmek zor olmaz. Kamu/özel ayrımının büyük bir deformasyon geçirdiği bu günlerde bence bu CHP adına ilginç bir tespit olabilir.  Bir yönü ile Sened-i İttifak’ın devlet kadroları ile taşra elitleri arasındaki reform odaklı koalisyon arayışı ile devlet müteahhitlerinin tasfiyesini, kamu yararının ve kamu otoritesinin netleştirilmesini öngören Tanzimat Fermanı birbiriyle çelişiyor gibi gözükse de aslında cumhuriyet anlayışı tam da bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için doğmuș bir tasarımdır adeta. 

İmparatorluk ve Cumhuriyet 

Cumhuriyet meselesinin hikâyesi de sanıldığı gibi imparatorluğun sonundaki saltanat karşıtlığından ya da 1908 Devrimi’ni üreten vatandaşlık temelli katılım anlayışından öte bir dönüşüm ile ilgilidir. Aslında Cumhuriyet bir yönüyle 18’inci asrın mâli pratiklerinde vergi yükünü ahali ileri gelenlerinin rıza ve onayı ile kolektif bir sorumlulukla tevzi edilmesi esasından doğan yerel yönetimler ve oradan devamla ilk parlamenter tecrübedeki “ülkede yaşayan herkesin ülkenin hissedarı” olduğu fikri içinde düşünülmelidir. 1920’lerin Cumhuriyet Halk Partisi tam da bu kolektif sorumluluk/fayda esası üzerine kurulmuştur. 1930’ların reform (devrim) hareketlerinin dayandırıldığı çerçeve meşruluğunu basit bir aydınlanmacı radikalizmden almaz; tam tersine meşruluğunu bu radikalizmin bir ülkenin kendi kendini değiştirme iradesi ile kolektif bir yarar ve sorumluluk içinde verilmiş toplu (millî) bir karar olduğu fikridir.  Diğer yönüyle ise cumhuriyet fikrinin ya da pratiklerinin İstanbul ve diğer Osmanlı șehirlerini sık sık sarsan, çoğuna halkın katıldığı Yeniçeri isyanları bașta olmak üzere șehir muhalefeti ile ilgili bir hikâyesi vardır. Osmanlı Devleti’nin resmî dili bunu reddetse de toplumun kabul ettiği meşru isyan geleneğinin Müdafa-yi Hukuk Cemiyetleri ile ilgisini kurmak belki ilk bakışta kolay olmayabilir ama neticede CHP’nin bir şekilde var olan saltanat iktidarına karșı bir isyan hareketinden doğduğunu düşünürsek, sanırım bu isyan hareketinin ideolojik ve moral kodları bizi oldukça gerilere götürecektir. (Bu satırları yazarken Mustafa Kemal’in 1914’te Sofya’da askerî ateșe iken Yeniçeri kostümüyle katıldığı baloda çektirdiği fotoğraf aklıma geldi).   Amacım CHP için bir gelenek uydurmak değil elbet. Söylemeye çalıştığım CHP geleneğinin Osmanlı tarihinin katmanları arasında çok ilginç bağları olduğu ve bunun için farklı kanallardan geçmiși tekrar düșünmenin faydalı olacağıdır. CHP’yi var eden siyasal hikâyenin tarihsel bağlamının, geleneksel varsayımların ve aslında klișelerin bize önerdiği çerçeveden çok daha geniș olduğunun altını çizmek istiyorum.

Laiklik ve İslam

O zaman bir önemli noktayı daha vurgulayalım: Laiklik ve İslam meselesi. İșin aslı CHP’nin dinle olan karmaşık ilişkisinin de tarihi oldukça eskilere gider. Hikâyeyi biraz geriden almaya ne dersiniz? Son yıllarda Osmanlı İslamiyeti üzerine yapılan çalışmalarda 17’nci yüzyıldan itibaren dinî yașayıșı bir yanıyla geleneklerden temizleyip “tecdid” ve ihya eden, diğer yanıyla devlet ve din arasındaki çelişkileri ve farklılaşmaları tasfiye eden hareketlerin Osmanlı dünyasındaki dinî-siyasal-toplumsal hayatı derinden etkilediği üzerine bir fikir birliği çıkmıştır. 17. yüzyıl İstanbulu’nu sarsan Kadızadeli hareketi gibi bu cereyanların bir kısmı Osmanlı dünyası bünyesinden neșet etmiș, Nakșibendî-Müceddidî hareketi gibi diğer unsurlar ise Baburî Hindistan’dan tüm İslam coğrafyasına yayılmıștır. Hatta dini geleneklerden temizleyip ihya ve tecdid etmek isteyen bu cereyanların Batıdaki reform hareketleri ile belli paralellikler arz ettiğini iddia eden bazı tarihçiler vardır.  18’inci yüzyıl bașlarından itibaren Osmanlı askerî-bürokratik reformculuğu da tam bu dinî tecdid/ihya hareketleri ile iç içe gerçekleșmiștir. Mesela 18’inci yüzyılın sonundaki meșhur Nizam-ı Cedid reformculuğu Nakșibendî-Müceddidîlik cereyanı ile iç içedir. Dinî ıslahat ile askerî-bürokratik ıslahat aynı programın parçaları olarak görülür. Birçok Nizam-ı Cedidci aynı zamanda Müceddidîdir. Tam da 1920 ve 1930’lardaki insan vücudu ve giysiler ile ilgili tartışmaların ön safhası bu dönemde, 18’inci yüzyıl sonu, 19’uncu yüzyıl başında yașanmıș, ordunun üniforma giymesi ya da külah, börg, sarık ve fes ile ilgili düzenlemeler, dinî/sosyal ve askerî hayatı ve insanın vücudunu tașırkenki alıșkanlıklarını geleneklerden temizleyip dini bir disiplin içinde ıslah ve terbiye etme anlayıșı Nizam-ı Cedid ve daha sonra II. Mahmud’un reformları bağlamında etkin hale gelmiștir. Hikâye 19’uncu asrın ortalarına kadar devam eder. Osmanlı Kürdistanı’ndan çıkıp Osmanlı dünyasına dağılan Halidîlik de Müceddidîliğin bir nevi devamıdır ve 19’uncu yüzyıl siyasal hayatında çok etkili olmuştur. Müceddidî-Halidî șeyhler, Yeniçeriliğin kaldırılması ile Bektașî vakıflarını ele geçirmiş (günümüz tabiri ile “vakıflarına çökmüşler”), özellikle Abdülhamid döneminde adeta resmî tarikat gibi görülmüșlerdir. (Modern Türkiye tarihinin en önemli İslamî akımlarının Halidîlikten çıktığını hatırlayalım.) Tüm bunların CHP ile ne ilgisi var? İșin doğrusu CHP’nin laiklik anlayışının kökünün de 18’inci asırda iyice gün yüzüne çıkan dinî ıslahat hareketi olduğunu düşünebilir miyiz? Aslında CHP’nin İslamı “hurafelerden” ve “geleneklerden” temizleyip rasyonel bir din haline getirme iddiası ile yukarıda bahsettiğim dinî tecdid/ihya/ıslahat hareketleri arasında çok ilginç bir devamlılık olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz Abdülhamid döneminde birçok reformcu Nakșibendî-Müceddidî-Halidî çizgisini terk eder. Bu dönemde Osmanlı entelektüelleri arasında Bektașîlik yeniden uyanır ve Mevlevîlik alevlenir. CHP kadroları da 1925’ten sonra kapılarını Nakșibendî-Müceddidî-Halidî șeyh ve müritlerine kapatır. Ama dini hurafelerden temizleyip rasyonel ve “millî” ve tabii “Sünni” bir din hayatı kurma iddiası özellikle Fransa’daki 3. Cumhuriyet’in laiklik anlayışından da etkilenerek güçlenir. Buna karşın Sünnilik içinde bir yönüyle devlet destekli Müceddidî-Halidilik geleneği ile bağlantılı, diğer yönüyle emperyalizme karșı İslam birliğini savunan kozmopolit İslamî hareketlerle güçlenen, dinî-ıslahatçı gelenek de devam eder ve Türkiye sağının ve İslamcılığının kökenini oluşturur.  Hadi söyleyelim o zaman: Kemalist laiklik ile İslamcılık kardeş olmasa bile kuzendir. 

CHP ve Alevilik

Tüm bu hikâyeyi düşündüğümüzde CHP’nin 1950’lerin bir aşamasından itibaren Kızılbaș/Alevi ahaliler ile kurduğu ilişki o kadar ilginç ve önemlidir ki, bu Sünni Osmanlı Devleti ve daha sonra Cumhuriyet ile Kızılbaș/Alevi zümreler arasındaki beș yüz yıllık bir çatışma ve inkâr sürecini sonlandırma çabasıdır. Bu konuya daha sonra dönmek istiyorum. Ama șunu vurgulayarak bitireyim, Kızılbașlık/Alevilik 1960’lardan itibaren CHP’nin de sol bir parti kimliğini kazanmasında (ya da kazanma çabasında diyelim) önemli bir rol oynamıș, tabiri caiz ise tarihsel Sünnilik içinde saklı derin kibre ve konformizme karșı tarihten akan “mazlumların ve hak sahiplerinin bașkaldırısı” geleneğini CHP’nin içine enjekte etmiştir. Bu așı ne kadar tutmuştur, o tartışılır, ama bu yakınlașmanın değerine uzun bir tarih içinde anlam vermek gerekmektedir diye düşünüyorum. 

Sonuç

Yukarıdaki satırların bir kısmına itiraz edecek çok meslektaş çıkacaktır. Olsun, bașım üzerine. Tabii ki günümüz ile tarih arasındaki bağlantılar çok karmaşıktır ve bu bağlantıları kurmak hiç kolay değildir. Diğer yandan yapmak istediğim, Türkiye’nin içinde debelendiği ve her gün daha çok kısırlașıp kendini tekrarlayan tartıșma ortamından çıkmayı önerip, içinde bulunduğumuz durumun arkasındaki hikâyenin farklı okuma imkânları olduğunu hatırlatmaktan ibaret. Türkiye’nin CHP gibi Türkiye’nin kurumları ve aktörlerinin hikâyesi genel olarak düşünülüp yazıldığından çok daha ilginç ve tarihin katmanları içindeki olgularla bağlantılı. İçinden geçtiğimiz bu dönemde madem her şey altüst oldu ve adeta yeni bir toplumsal sözleşme ve kamu düzeni kurmanın gerekliliği önümüzde, o halde bu katmanlarla ilişkimizi de yeniden düşünüp değerlendirme bu gerekliliğin bir parçası.
Katmanlar. Ah o katmanlar.
Katmanlar. Ah o katmanlar.