28 Mart 2024, Perşembe
08.10.2021 04:03

Biz artık daha büyük bir dünyanın çocuklarıyız

Bursa’da bir gece. Masada iki doktor, iki kadın girişimci, 50 yıllık bir eğitimci ile oturuyoruz. Konular hep aynı; iş hayatı, aile, çocuklar, şehir... Masadaki doktor arkadaşlarımızdan biri Bursa’dan çıkıp İstanbul’a gitmek istiyor. Masadaki girişimci iki genç hanım altı yıldır ortak bir işletmenin sahibi. Biri İstanbul’a da açılmak istiyor diğeri yerimizde kalalım diyor. Masamızın mesleğinde en kıdemlisi ise Bursa’nın adı en çok bilinen öğretmeni. İstanbul’a gitmeyi hiçbir zaman düşünmemiş. Hep Bursa’da kalmış, okullar açmış, öğrenci yetiştirmiş. Şehrin bir parçası, bir sembolü olmuş.  İstanbul’dan Ege’ye kaçanlardan biriyim ya, “Ne yapacaksınız İstanbul’a gidip?” diyorum. “Olduğumuz yerde olabileceğimizin en iyisi olsak yetermiş.  İnsanlar artık iyi bir şey neredeyse oraya geliyor, onu buluyor. İstanbul artık bir marifet gösterebileceğimiz fırsatlar şehri değil. Her geçen gün daha çok insan yutan bir girdap.”

İstanbul kime ait?

Masadakilerin kimi katılıyor bana kimi katılmıyor. Aktardıklarımda samimiyim. 2018’de terk ettiğim İstanbul ondan ayrı kaldıkça, uzaklaştıkça daha dayanılmaz geliyor bana. Günübirlik toplantılar için her gidişimde “Vay be, nasıl yaşamışım bunca zaman burada!!” diyorum.  Üstelik artık İstanbul kime ait bir şehir bilemiyorum. Sınırlarına girer girmez her yanda büyük otoritenin varlığını gösteren, insanı ezen fotoğraflar, sloganlarla karşılaşınca daha iyi anlıyorum: Beni çaresiz hissettiren o büyük güç sevdiğim şehri benden alıp başkalarına vereli çok olmuş.  Bir zamanlar sokakta Kürtçe kelime duymaya tahammülü olmayanların önce Rusça şimdi de Arapça levhalar altında, Arapça bilenleri çalıştırarak çevirdikleri ticarete teslim edilmiş. Saç ektirmeye, burun yaptırmaya gelip, bir de iki oda bir salon ev alarak İstanbullu olan yeni topluluğa özel hastaneler yerli hastalarından daha çok değer veriyormuş. Sadece sağlık hizmeti değil, emlak sunumları da yapan hastaneler, özel üniversiteler yanında  yaşamaya çalışan küçük esnafın da bu yeni İstanbullulara tutunması çok olağanmış.   Evet  evet. Bu şehir çoktandır benim değil. Hiç olmadı belki de. Ankara’da büyümüş biriyim ve onu da kaybedeli çok oldu. Son yıllarda Bursa’da, Eskişehir’de, İzmir’de daha iyi hissediyorum kendimi. Bir yere ait olma hissini, çabasını bırakıp, oradan geçivermek,  geçtiğim yerde böyle dostlarla oturmak, bir duraklık huzuru kuşanmak iyi geliyor olmalı.  *** Bursa’daki o akşamdan birkaç gün sonra Bozcaada’da yaşayan üç arkadaşım geliyor Urla’ya. Benim de imza turnesi arasında kasabada olduğum bir gün. Güneşli bir Pazartesi. Bütün şef restoranları, önemli ziyaret noktaları kapalı olur Urla’da pazartesileri. Ben yine de kızıl bağları, ormanları, şaraphaneleri gezdiriyorum. Sonra iskeleye inip medar-ı iftiharımız ünlü Yengeç’e oturuyoruz. Yer bulmak hep zordur ama pazartesileri daha da zor olur. İki saatlik bir masa bulmuşuz mutluyuz. 18.30’da kalkma sözü veriyoruz.  Misafirlerimi Bozcaada’dan sonra başka bir denizin kenarında olmak hoşnut ediyor. “Urla güzelmiş ya…” diyor bir tanesi. Bir diğeri “Ben de buraya taşınabilirim. Sen mutlusun değil mi burada?” diye soruyor bana. “Mutluyum. Mutluyum da burası da kaçtığım yere dönüyor ufaktan ufaktan. Kavafis haklı galiba. Bu şehir arkandan gelecektir diyor ya. Arkamdan geliyor İstanbul. Ama aslında Kavafis insanın kendi iç şehrinden kaçamayacağını kast ediyormuş. İskenderiye’den ziyade kendi içindeki sokaklarmış kaçtığı...” Yengeç’in efsane mezeleri geliyor o sıra birer birer. Bir yandan konuşuyor bir yandan arkadaşlarımın tabaklarına servis yapıyorum. Urla’da ev sahibi olmayı seviyorum. Bence Yengeç’te mutlaka tadılması gerekenler masada: bademli şevketi bostan, elmalı pancar, isli barbun, Rum böreği, pabucaki, ballı kalamar, çıtır bamya...
‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’ dedin ‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet’ Kavafis
‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’ dedin ‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet’ Kavafis
“Bunları bir tek burada yersiniz diyorum” böbürlenerek. Yengeç’i Yengeç yapan Urla’nın zarif beyefendisi Oğuz Bey konuklarıyla ayaküstü sohbette o sırada. Yemeyi içmeyi, seyahati benden çok seven arkadaşlarım neredeyse benden daha iyi biliyorlar zaten Urla’da kim kimdir, kim hangi işletmenin başındadır. Biraz Urla’dan biraz Bozcaada’dan konuşuyoruz. İçimizden biri hâlâ işi nedeniyle İstanbul’da yaşıyor ve Urla’dan doğruca İstanbul’a geçecek. Zor gelecek muhakkak. “Pandeminin başından beri Bozcaada’dan çalıştım hep. Bu kadar zaman sonra nasıl olacak bu dönüş bilmiyorum” diyor.  Kent sevenler, şehrin çılgın karmaşasını arayanlar için sorun yok. Onlar da bizim bu dingin yaşamımızdan sıkılıyor muhtemelen. Buradaki dinginliğin bozulmakta olduğuna dair net ve büyük işaretler var artık. Söyleniyorum kızlara. Elimle Urla’nın simge binalarından birini Batis’in kahvesini gösteriyorum.  “Orada, o binanın altında bir suşici açılacakmış. Bak, o sahil yolunu devam et. Güzel bir eski fabrika binası var yolun sonunda. Ona da 3’üncü nesil bir kahveci geliyormuş. Ne garip değil mi? Belki de değildir. Batis’in kahvesinde bir suşici olması fikri garip geliyor bana. Tabii yıllar önce burada yaşayanlara bugünü anlatsan onlara da kim bilir neler garip gelirdi.”  Konuşa konuşa yemeğimizi yiyor, gün batmadan kalkıyoruz Yengeç’ten. Arkadaşlarımı yolcu ediyorum.  Ertesi sabah gün doğmadan uyanıyor, her sabah olduğu gibi bahçemdeki yüzlerce yaşındaki üç zeytin ağacına selam vererek güne başlıyorum. Yakışıklı oğlum Marlon sevinçle kuyruğunu sallıyor. Yürüyüşe çıkacağımız için çılgınca mutlu. Daha bahçe kapısından çıkar çıkmaz çişiyle ilk işaretini bırakıyor. “Burası benim bölgem ha! Bizim ev burası tamam mı!” Komşularımın bahçede büyüttüğü sekiz on köpek çılgınca havlamaya başlıyor.  Bu her sabah ve her akşam aynı, hiç değişmiyor. Marlon sokakta her yana işaret bırakıyor ve onlar da deliler gibi arkasından bağırıyor. “Hayır ya, hayır! Burası bizim mahalle oğlum. Bizim duvarın dibine işemesene len!”  Marlon’un umuru değil. Beni de peşinden sürükleyerek koşturuyor. İstanbul Sarıyer’de başlayan bu iz işaret bırakma maceramız bu köyden taşınıp başka bir yere geçtiğimizde,  yeni sokakta, yeni duvarlarda da devam edecek: “Bizim burası tamam mı! Bizim! Benim noktam, benim sınırım!” Eve dönüp Marlon’un mama kabını yıkarken düşünüyorum. Şehirler değişiyor, sokaklar, gelip geçenler değişiyor. Hayatımız renk değiştiriyor. Kimse hiçbir toprak parçasının gerçek sahibi değil evet. Kendi evinin, tapusunun bile değil. Şu zeytin ağacı kaç medeniyetin gelip geçişine tanık oldu kim bilir? Kaç insan ömrü geçti onun varlığı boyunca. Mama kabına taze mama dolduruyor, sonra kedi Leyla Hanım bahçeye çıksın diye mutfak kapısını açıyorum. Nazlı nazlı söylenerek çıkıyor kapıdan. Marlon’a tıslıyor yine. “Sen sonradan geldin. Eskiden beri ben buradayım. Bu evin sahibi benim. Haddini ve yerini bil!” diyor her sabah olduğu gibi. Marlon hiç yüzüne, gözüne bakmıyor kedi Leyla’nın. Onu ya da mahallenin diğer çocuklarını görmüyor, duymuyor gibi yapmanın onları daha da delirttiğinin farkında. Kendi dalgasında devam ediyor hayatına. Marlon ayaklarımın dibinde, kedi Leyla yaşlı zeytin ağacının altına kıvrılmış. Kahvemi içerken haberleri okuyorum. Fenerbahçeyi  3-0 yenen Olympiakos’un sahibi Marikanis’in demeci fırtınalar koparmış. “İstanbul’da, kendi şehrimizde böyle bir galibiyet elde etmek çok önemliydi. Bizim için çok anlamlı bir zaferdi. Bu zafer bana 2012’de İstanbul’da EuroLeague şampiyonu olduğumuz geceyi hatırlattı. Çocuklara da soyunma odasında söyledim, ‘Bu akşam burada kazanırsanız efsane olursunuz’ dedim. Bu zaferi şehrimizdeki tüm Yunan halkına adıyorum” demiş . Bunları okuyunca merak ediyorum. Kimmiş bu Marikanis?  Aileden zengin bir armatör ve medya patronu. Yunanistan ve İngiltere’de futbol takımı sahibi. Dünya üzerinde güç sahibi olan sayılı zenginlerden. Bu zenginliğin bir parçası olamayacaklara bir aidiyet vadederek onların bağlılığı ile daha da güçlenen bir erk, kaos yarattıkça o toz duman içinde yol alabilen bütün patronlar, yöneticiler, siyasiler gibi... Çok sevdiğim Yunan arkadaşlarımdan birinin Ayasofya’da paylaştığı bir fotoğrafı görmüş, altındaki Yunanca yazıyı çevir butonuna basarak okuduğumda şok olmuştum. Bizi çok seven, birlikte yemekler yapıp yediğimiz, aynı şarkılarla gülüp ağladığımız, dans ettiğimiz, okumuş yazmışlardan, bilip anlayanlardan saydığımız biriydi ve yazdıkları bu yüzden çok şaşırtıcı gelmişti.  Marikanis’in sözlerinden farklı değildi o fotoğrafın altındaki cümle.  Şehri geri alma arzusunu anlayamadığım gibi arkadaşıma da böyle şovenist bir dili yakıştıramamıştım. Bunu da ona yazmıştım. Samimiyetle üzüldüğünü ve ne yaptığını ben yazdıktan sonra anladığını gördüğüm bir yanıt göndermişti.  “Biz böyle büyüdük. Sizin büyütüldüğünüz gibi aslında. Siz bizden nefret ederek büyüdünüz, biz de sizden. Fakat hayatın bizzat öğrettiği barış duygusunun özgürlüğünü, kardeşliğin konforunu unutmuşum affet. Haklısın. Biz artık daha büyük bir dünyanın çocuklarıyız.”  Bu mesajı yazan arkadaşımdan değil ama bir başkasından şunu duymuştum bir vakit: “Kendini kötü hissetme, dağılmış, perişan hissetme deyimi gibidir. Nasılsın sorusuna verilen ‘Türkün eline düşmüş İstanbul gibiyim’ derler. Kim bilir daha neler neler söylenmiştir…”  Kim bilir?  Necati Cumalı’nın yazdığı büyük hikayelerin yaşandığı, göç üstüne göç gören o köylerden birinde, sabahın erken bir saatinde, belki 300 yaşında bir ağacın yanında hiçbir şeyin sahibi olmadığını anlayan biriyim. İhtimal bunu yine unutacağım. Anlık bir öfke ile Marlon gibi “Burası benim” diye dayılanacağım birilerine. Leyla gibi  “Önce ben vardım” diye kapris yapacağım. Kendim bile inanmayacağım çıkan o seslere.  Ama aslında ait olamadığımı hissettiğim yerden yine uçacağım. Bir duraklık huzurlu nefesler, varoluşa saygı duruşu derken... Benden sonra ne olacak bilemeyeceğim... Bildiğim: Artık daha büyük bir dünyanın dört yana savrulan çocuklarıyız. Peşimizden gelense içimizdeki o eski şehir...