19 Nisan 2024, Cuma
15.01.2021 04:06

Boğaziçi meselesi ne ilk ne de son

TÜRKİYE’DE AKADEMİ - DEVLET GERİLİMİNİN 70 YILLIK TARİHİ

Boğaziçi Üniversitesi’nde bugün yaşananları anlamak için yakın tarihimize bakmak yeterli. Çünkü yıllar geçse de yönetimler değişse de iktidarla üniversitelerin gerilimi bitmiyor. Düğme bir kez baştan yanlış iliklenmiş, artık doğrusuna denk getirmek de zor...

"Ne olacak bu memleketin hali?” diye diye geldik bugünlere. Acaba soruyu “Neydi bu memleketin hali?” diye sorsak daha mı çok yol alırdık? Çünkü Türkiye’de pek çok şey gibi yüksek öğretimin tarihi de yanlış iliklenen düğmenin tarihi gibi... Ne yaparsanız yapın o gömlek düz durmuyor.

Göz göre göre gidenler

Yıl 1945... Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) ho- caları Doç. Behice Boran, Doç. Pertev Naili Boratav ve Doç. Niyazi Berkes komünizm suçlamasıyla üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırılırlar. Danıştay’a başvurup bu kararı geri aldırdıklarında, tarihe DTCF Olayları olarak geçecek bir zincirin ilk halkası takılmış olur. Milliyetçi öğrenciler kıyameti koparırlar. Üç hoca yargılanır; görevi kötüye kullanmaktan ceza alırlar. Yargıtay kararı bozsa da iktidar kararlıdır, Meclis kararıyla kadroları kaldırılır. Tasfiyelerden sonra Niyazi Berkes Montreal’e, McGill Üniversitesi’ne gider; emekli olduktan sonra taşındığı İngiltere’de ölür. Aynı dönemde gözaltına alınanlar arasında DTCF’de felsefe doçenti olan Muzaffer Şerif Başoğlu da vardır. Harvard’da doktorasını tamamladıktan sonra DTCF’de ırk psikolojisi üzerine çalışan Başoğlu’nun Turancılık karşıtı görüşleri, onun “istenmeyen akademisyen” sıfatını almasının nedenlerinden biridir. Serbest kaldıktan sonra Princeton Üniversitesi’nden aldığı teklifle ABD’ye giden Başoğlu, 1947’de dönmek için başvurur. Ancak Türkiye onu kaybetmeye kararlıdır, bir Amerikalı ile evli olduğu için memur olamayacağını söylerler. Bundan sonra bir daha Türkiye’ye ayak basmaz, hayatını Muzafer Sherif adıyla sürdürür ve sosyal psikolojinin kurucularından biri olarak dünyaca tanınır

“Komünist, mason...”

Tek Parti döneminde bu tasfiyelere karşı çıkan Demokrat Partililer, iktidar olur olmaz üniversitenin ayarlarıyla oynama sevdasına kapılırlar. 1953’te çıkarttıkları yasayla “politik yayın ve açıklama yapmak” suç olarak tanımlanır; 1954’te ise Milli Eğitim Bakanı’na öğretim görevlilerini üniversiteden uzaklaştırma yetkisi verilir. Demokrat Parti iktidarı ile üniversite arasındaki gerilim, Adnan Menderes’in hükümet aleyhine görüş bildiren üniversite üyelerini “kara cüppeliler” olarak tanımlamasıyla tırmanır. Bu sözler, 27 Mayıs darbesine giden yolda önemli bir adım olarak anılacaktır. 1960 darbesinin ardından akademisyenler bu kez Milli Birlik Komitesi’nin hedefindedir. 28 Ekim 1960 günü çıkarılan bir kanunla İstanbul, İstanbul Teknik ve Ankara Üniversitelerinden 147 öğretim üyesi, bir daha üniversitelerde çalıştırılmamak üzere görevlerinden uzaklaştırılırlar. Aralarında Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Halet Çambel, Tarık Zafer Tunaya, Mina Urgan’ında bulunduğu 147 öğretim üyesi, 147’ler olarak anılırlar. MBK üyesi Yarbay Muzaffer Karan, gerekçe olarak şöyle der: “Ahlakî, ilmî ideolojisi yönünden yüz kızartıcı notlara sahip olan, bilhassa çoğu komünist, mason, kifayetsiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen, asistanlarını metres olarak kullanan, doçentin yazdığı kitaba imzasını koyan, senede üç beş kere fakülteye uğrayan üyeleri affettik.” 1961 Anayasası ile üniversitelere tanınan özerkliğin ardından 1962 yılında çıkarılan yasayla 147’ler üniversiteye geri dönerler.

“Vatanına bağlı aydın”

Kâğıt üzerinde tanınan özerklik, ülke gerçeğine bol gelir. Dünyayı esip kavuran 1968 rüzgârı buraya da gelmiştir ve üniversite gençliği devrim istiyordur. Olacak iş mi! 12 Mart Muhtırası’nın ardından derhal “bilimsel ve idari özerklik” maddesi anayasadan çıkarılır. 1973’te çıkarılan Üniversiteler Kanunu’nda üniversitenin görevlerinden biri şöyle tanımlanır:
“Öğrencilerini, bilim anlayışı kuvvet- li, millî tarih şuuruna sahip, vatanı- na, örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi ve sağlam düşünceli aydınlar ve yük- sek öğrenime dayanan mesleklerde türlü bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi ve tecrübe sahibi, sağlam karakterli vatandaşlar olarak yetiştirmek”.

Nefret şampiyonu

Ve geldik 1980’lere... Hiçbir gün huzura ermeyen üniversite, bu kez 12 Eylül darbesinden alır nasibini. Cuntaya biat etmeyen 148 öğretim üyesi vedalaşır akademiyle. İşlerine son veren 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’dur. Cellatlarının adıyla anılmak onlara ne hissettirmiştir acaba? Ve 1981 sonunda çıkarılan Yükseköğretim Kanunu ile YÖK (Yükseköğretim Kurulu), rejimin bekçisi olarak hayatımıza girer. 1980’lerin en sevilmeyen isimleri diye bir anket yapılsa YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı’nın adı ilk beşe girer sanırım. O kadar ki, Nokta dergisi 23 Mart 1986 tarihli kapağında bu nefreti bir illüstrasyonla “taçlandırır”. Derginin görsel yönetmeni Salih Memecan’ın elinden çıkan kapakta Doğramacı, üniversite binasının içine hacet gidermektedir.
Yıllar geçer, bu kez 28 Şubat 1997 “postmodern darbe” sürecinde yine akademisyenler hedefe konur. Bu kez tehlike irticadır; “bu tehlikeye yol açan” öğretim üyeleri görevlerinden uzaklaştırılırken başörtülü öğrenciler ikna odalarında başlarını açmaya zorlanır, kabul etmeyenlere de kapılar sımsıkı kapanır. Ben yazarken sıkıldım, muhtemelen siz de okurken sıkılmışsınızdır. Ama bitmedi. 10 Ocak 2016’da 1128 akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız” başlığı altında bir bildiri yayınlarlar. Bildiriye imza atan ve daha sonra Barış İçin Akademisyenler olarak anılacak öğretim üyeleri hakkında soruşturmalar açılır, gözaltına alınır ve yargılanırlar. Aynı yılın 15 Temmuz akşamı gerçekleşen darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal döneminde ise on binlerce akademisyen Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilir. Üç yıl önceki karar
Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan tartışmalı atamanın ipucu, üç yıl önceki bir konuşmada saklı. 7 Ocak 2018 günü Boğaziçi Mezunları’nın 14. Genel Kurulu’nda bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan “Boğaziçi Üniversitesi” der, “bu ülke ve bu milletin değerlerine yaslanamadığı için küresel bir marka haline gelme çabalarında hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır”. Sonuç: Üniversite dışından atanan bir rektör... Hayat uzun, sayfalar kısa... Ezcümle, yıllar geçmiş, yönetimler değişmiş ama iktidarlarla üniversitenin gerilimi değişmemiş. Öncelik bilimden önce rejime verilince düğmeler hepten uzaklaşmış iliklerinden. Bu yazıyı yazarken gözüm masamın üstünde duran TIME dergisine takıldı. Kapakta Covid-19 aşılarından birini bulan Özlem Türeci ile Uğur Şahin var. Bir onlara baktım bir de Türkiye’de bilimin tarihine... Aklıma Metin Münir’in yıllar önce T24’te yazdığı bir cümle geliverdi: “Türkiye’nin en çok tükettiği şey kendisidir”.