28 Mart 2024, Perşembe
16.04.2021 06:00

Düşünmek ve gülmek

Felsefenin en önemli aşamaları bu topraklarda kat edilmiş, insan türünün en önemli adımları bu coğrafyada atılmış ama sonra kültürümüze bunun tersi değerler egemen olmuş. Türkiye’nin meşhur Doğu-Batı çelişkisi de buna dayanıyor. “Düşünüyorum o halde varım” diyen bir kültürün karşısına “Düşün düşün b.tur işin” yaklaşımıyla çıkamazsın. Mümkün değil

İnsanı (diğer) hayvanlardan ayıran birkaç genel özellik var. Biri konuşmak. Gerçi hayvanlar da sesler çıkararak iletişim kurabiliyorlar ama kelimeler biçiminde değil. Bu yüzden konuşurken seçilen kelimeler, kullanılan dil insanın karakterini gösteren bir aynadır. Kelimeler ruhumuzu yansıtır. Kelimeleri onların bir parçamız olduğunu bilerek özenle, dikkatle kullanmalı, gelişigüzel sözlerle, sövgülerle dünyayı kirletmemeliyiz. Hayvandan ayrılan yanlarımızın en önemlisi ise düşünmek. Hiçbir hayvan metotlu düşünemez. Bir hayvanın içgüdüleri, içgüdülerin gösterdiği bir davranış biçimi var tabii; ateşten kaç, yiyeceğe doğru git, suyu gör, bul; içgüdüleri, sezgileri insandan da fazla gelişmiş. İnsan kaybetmiş o sezgileri. Ama metotlu düşünme, mesela Descartes’ın Metot Üzerine Konuşma gibi yapıtları... Öyle bir şey olabilir mi hayvanlarda? Olamaz tabi ki. İnsan metotlu düşünebilen, okuyup yazabilen, öyle konuşabilen bir canlı olarak, çok daha iyi bir yere ulaşmalıydı. Pek de iyi bir yere ulaşamadığımız gibi, bu kitle kültürüyle birlikte yok oluyoruz. İnsanın bir başka ayırt edici özelliği gülmek. Hayvanlar gülmez. Biz onların yüzlerine baktığımızda bazen  gülüyorlarmış gibi gelir ama bu durum  bizim bakışımızdan kaynaklanır. Gülme yoktur hayvanlarda. Gülmek de düşünmek gibi insanı insan yapan bir eylemdir. Muazzam bir gücü vardır gülmenin. Başka bazı farklardan da söz edilebilir. Örneğin hiçbir hayvan yüz yüze sevişmez. İnsanın da herhalde gelişim sürecinde ortaya çıkmış bu. Hatta Afrika’ya giden misyonerlerden  dolayı oradaki insanların öğrendiği bir şey,  misyoner pozisyonu sözü ona dayanıyor. Daha başka bazı farklardan da söz edilebilir ama galiba en önemlisi bu ikisi. Düşünmek ve gülmek. “Bizim halk sözlerimizde aradım taradım, düşünmek üzerine iyi bir söz hiç söylenmemiş. Başka konularda çok çeşitli sözler vardır, birbirine zıt yaklaşımlar dile getirilir, ama bu konuda hep aynı tutum, hep olumsuz tavır dikkat çekiyor. “Nasrettin Hoca’nın hindisi gibi düşünme”, “Karadeniz’de gemilerin mi battı, ne düşünüyorsun?”, “Başını sıcak tut, ayağını serin, düşünme derin.”  Düşünmeyi olumlayan bir yaklaşım yok. Bu geleneğe göre her filozof bir “arpacı kumrusu.” Hem halk açısından, “Karalar bağlamak” anlamında kötü bir şey düşünmek hem de rejimler açısından kötü, hatta en tehlikeli eylem. Felsefenin, insan düşüncesindeki, düşünme yeteneğindeki en önemli aşamaları bu topraklarda kat edilmiş, bu coğrafyada antik dönemde insan türünün en önemli adımları atılmış, ama sonrasında yerleşen ve bugün devam eden kültürümüzde bunun tersi değerler egemen olmuş. Türkiye’nin meşhur Doğu-Batı çelişkisi de buna dayanıyor. “Düşünüyorum o halde varım” diyen bir kültürün karşısına “düşün düşün b.tur işin” yaklaşımıyla çıkamazsın.  Mümkün değil. Kökenini bu topraklardan alan Batı düşünce geleneği insan aklını yücelterek gelişmiş. Batıyla sağlıklı iletişim için düşünme uğraşında bir aşama gerçekleştirmek, bir eşik aşmak gerekiyor. Kısacası bir zihniyet devrimi. Ne var ki yüzyıllar boyunca olduğu gibi bugün de bu yönde bir eğilim yok.  Din ve düşünmek iki ayrı kavram. İnanmak ve düşünerek gerçeği aramak arasında bir uçurum var. İnsan varacağı sonuca baştan karar vermişse, düşünmek denilen ve bilmediği bir sonuca ulaşmak üzere yola çıkmaya benzeyen o zihinsel serüvene atılamaz. Her insan bir kültürün, bir geleneğin, bir dinin içine doğar.  Sorgulayamayacağı kadar küçük yaşta çeşitli kalıplar yerleştirilir kafasına.  Yetişkin hale gelince kendine kanıtlar geliştirmek için, emin olmak, iman etmek için elbette beynini kullanması istenir.  Ama düşünmek bu değil. Hiçbir şeyi baştan doğru kabul etmeden, hangi sonuca ulaşacağını dikkate almadan, sınırsız düşünmek, gerçek anlamda sorgulamak,  elbette istenen bir durum değil. Çoğu insan da zaten buna cesaret edemez, kendi içinde bir çatışmayı göze alamaz.  Cumhuriyet döneminden önce, Batı’daki gibi, kiliseyle mücadele edip dinsel anlayışları toplum işleyişinin dışına çıkarma süreci de yaşanmadı. Dolayısıyla bütün geleneğimiz düşünmeye düşmanlık olarak geçti. Bu yeni bir şey değil, bütün Osmanlı yüzyılları boyunca böyle. Halk sözlerimizdeki olumsuz kavramların ikincisi ise gülmek. Gülmek de insanı insan yapan bir özellik. Ama o da olmuyor, bu kültürde gülmek de onaylanmıyor. Mesela “Çok güldük, başımıza kötü bir şey gelecek” gibi kaygılar duyulur. Gülmekle ilgili hoş bir yaklaşım yok. Hepsinin ötesinde, “Karı gibi gülmek” sözü vardır. Bu sözdeki kadını aşağıla- mak, küçük görmek kadar vahim olan, gülmeyi kötüleme durumu! Güzelliğin, uygarlığın, hayvaniliği aşmanın, insancıllığın tam tersi yaklaşım ancak böyle olabilir: Karı gibi gülme! Eskiden beri kadınların özgürce gülebilmesini, sokaklarda kahkaha atabilmesini insanlığın gelişimi açısından önemli bir ölçüt kabul ederim. Hemen belirteyim ki günümüzün eğlence fetişizmiyle “gülme” eylemini birbirinden ayırmak gerekir. Gülme eylemi nihayetinde düşünmenin, hazzın, eleştirinin birleştiği bir bütündür. Bugün kitlelerin, “Hadi eğlendir beni” talebinden çok farklı; eğlence fetişizminde gülmekten çok, verilen paranın karşılığını almak, çılgınca eğlenmek ve sıkılma duygusundan kurtulmak telaşı ağır basıyor... İnsanlar edebiyattan da sinemadan da aynı şeyi bekliyor: Sıkılmamak, düşünmemek, hep eğlenmek! Bizi Batı toplumlarından ve dünyanın bazı halklarından ayıran iki temel konudur, düşünmek ve gülmek. Düşünmemek, gülmemek, düşünememek, gülememek! Gülmek değil ama “yüze gülmek” denen şey kabul gören bir tavır. Tatlı dilli olmak da öyle. Gülmek küçümsenir, ama tatlı dil onaylanır çoğu zaman. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” denilmiştir. Aslında “Tatlı dil” adı altında övülen şey, başka insanları kendi çıkarın doğrultusunda ikna etmek.  Elia Kazan, New York’ta halıcılık yapan babasının, müşteriye karşı yüzünde gördüğü ifadeye ‘’Anadolu gülüşü’’ diyordu.  Çok eski bir toprak olan Anadolu binlerce yıldır, işgallere, depremlere, yokluklara, zulümlere, salgın hastalıklara karşı hayatta kalma mücadalesi veren toplumların yurdu. Köprü olduğu için neredeyse bütün orduların zulmüne uğramış. Çok eskilere gitmeden de bunu görebiliriz: Haçlılar, Moğollar vs.  Bu yüzden Anadolu insanı için tek konu ne yapıp edip hayatta kalmak. Gerekirse tatlı dille kandırarak, yüze gülerek yaşamını devam ettirebilmek.  (Belki de Survivor programının bu kadar çok izlenmesinin sebebi budur.) ‘’Gelen ağam giden paşam” sözünün başka bir kültürde bu kadar yaygın olduğunu duymadım.  Kültür kodlarımızda, köprüde çok ezilmiş olmamızın etkileri vardır sanıyorum.  Not:  Bu yazı Zafer Köse’nin hazırladığı Livaneli’nin Penceresinden adlı nehir söyleyişinde Zülfü Livaneli’nin verdiği cevaplardan derlendi.