19 Nisan 2024, Cuma
18.06.2021 04:30

En güzel aşk romanının yazarı

Geçen hafta Ankara’da Türkiye ve Kırgızistan Cumhurbaşkanları, bakanlar, ve diplomatların katıldığı uluslararası bir toplantıda, sevgili dostum Cengiz Aytmatov ölüm yıldönümünde saygıyla anıldı ve onun önderliğinde 1986 yılında Frunze’de (Bişkek) kurduğumuz Issık Göl Forumu’un dördüncü toplantısı yapıldı.  Benim de kurucularından olmam dolayısıyla bir zoom konuşması yaptığım forum, o eski günleri hasretle anmama vesile oldu. Cengiz Aga’nın oğlu Sancar Aytmatov beni İstanbul’da ziyaret edip de açılış konuşması yapmamı istediğinde ‘’Memnun olurum ama neden ben?’’ diye sormuştum. O da ‘’Forum kurucularından hayatta kalan sizsiniz’’ demişti. Bu gerçek o anda başıma vurdu. Ne yazık ki kurucu dostlardan Cengiz Aytmatov, Yaşar Kemal, Arthur Miller, James Baldwin, Peter Ustinov, Alvin Toffler, Alexander King, Claude Simon ve diğerleri artık hayatta değil. Ne tuhaf bir duygu bu. Bir varmış bir yokmuş.  Issık Göl toplantılarını başlatan Cengiz Aytmatov’la yıllara dayanan dostluğumuz 1970’lerde Stockholm’de başlamıştı. Kırgızistan’dan çıkıp dünyaya adını duyuran büyük yazarın Cemile romanı için Louis Aragon “Dünyanın en güzel aşk hikayesi’’ diyordu. Bizde geniş kitleler onu Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Türkan Şoray ve Kadir İnanır’lı ‘’Selvi Boylum Al Yazmalım’’ filmiyle tanıdı. Film Kırımızı Eşarp adlı hikayesinden uyarlanmıştı.  1986’da Frunze’de kurulan Forum ertesi yıllarda da devam etti. Ertesi yıl onunla İspanya’da, Granada’da buluştum. Bir sonraki yıl Venedik’te. Derken İsviçre’de Vengen’de, Almanya’da, sonra tekrar Moskova’da... Forum toplantıları çok başarılı buluşmalara imza attı. Kompleks Sistem konusunu irdeleyen toplantımızda sunulan bildiriler, içinde benim bildirimin de yer aldığı bir kitap olarak yayımlandı. İsviçre toplantıları sırasında Friedrich Dürrenmatt’la tanıştım. Ertesi gün Peter Ustinov bizi teleferikle Jungfrau’nun zirvesine çıkardı. Orada çok güzel buzdan heykeller gördüm. Bu buluşmalar, Cengiz büyükelçi olana kadar sürüp gitti. Bir gün Cengiz Ağa’nın Lüksemburg’a Sovyetler Birliği Büyükelçisi olarak atandığını duydum. Bir süre sonra da beni davet etti.

Cengiz Aytmatov, Zülfü Livaneli ve Mihail Gorbaçov... Aytmatov 10 Haziran 2008’de aramızdan ayrıldı.
Cengiz Aytmatov, Zülfü Livaneli ve Mihail Gorbaçov... Aytmatov 10 Haziran 2008’de aramızdan ayrıldı.
Lüksemburg yeşil tepelerin üstüne yerleşmiş görkemli şatolarıyla ilginç ve güzel bir şehirdi. Trafik polislerine Sovyet Büyükelçiliğini sordum, tarif ettiler. Gide gide şehir dışına çıktığımı fark ettim. Sonunda ormanlık bir bölgede buldum sefareti. Çeşitli kapılardan ve elektronik güvenlik önlemlerinden geçip ormanın ortasındaki şatoya doğru ilerledim. Şatonun kapısında görevliler karşıladı beni. Fransız saraylarını andıran bir bekleme salonuna aldılar. “Monsieur l’Ambassadeur”ün birazdan geleceğini söylediler. Kırgız dağlarının romancısını hiç bu atmosfer içinde düşünemiyordum. Biraz sonra “Monsieur le Ambassadeur”, yüzündeki dağlı gülümseyişi daha da abartan bir haykırışla, “Hoş gelmişsen!” diye boynuma sarılıyordu. Salondaki aristokrat Fransız atmosferi, yerini birden Kırgız bozkırlarının içtenliğine bırakıverdi. Biraz konuştuktan sonra öğle yemeğine geçtik. Elçilik görevlileriyle birlikte dört kişilik bir yemekti bu. Masada oturacağımız yerlere isimlerimiz yazılmıştı. Yemek salonu ve beyaz eldivenli garson, saygıdeğer bir sessizliği gerekli kılan Fransız tören atmosferini çağrıştırıyordu. Bu duruma hiç uymayan ve sabırsızlığıyla töreni bozan ise Kırgız “ambassadeur”ün ta kendisi oldu. Garson ikinci yemekle verilecek şarabı sunarken kocaman elini masaya vurarak “Salata! salata!” diye bağırdı. Hem de Türkçe! Bir süre sonra tabağı iterek, “Eti götür!” diye söylendi, “Tatlıyı getir.” Hey koca Kırgız! Cengiz’in en çok bu yönünü sevdiğimi fark etmiştim. Kimse için eğilip bükülmüyor ve daha gelişmiş kültürler karşısında Kırgız bozkırlarından fışkıran kültürel kimliğini saklama gereğini duymuyordu. Çünkü o, romanlarında anlattığı, belleğini ve kimliğini yitirmiş mankurt’lardan değildi! Bu yüzden de bütün dünyada saygı görüyordu. Moskova’da Gorbaçov’a karşı darbe yapıldığı gün telefonla aramıştım onu. Çok endişeliydi. “Ne olacak bilmiyorum” diyordu. “Kötü bir şey olursa Türkiye’ye gelirsiniz” demiştim. “Bu ülke size kucak açar. Başımızın üstünde yeriniz var.” Bu davet onu çok duygulandırdı. Ertesi gün konuştuğumuzda daveti, telefonda konuştuğu eşine aktardığını ve onun çok teşekkür ettiğini söyledi. İstanbul’da Beyti lokantasındaki özel bir salonda onun 70’inci yaşını kutladık. O gün “Türkiye’nin ve Kırgızistan’ın saltanatı” ve Aytmatov’un “şerefi”ne kadeh kaldırırken, dünyanın en pırıltılı insanlarından biri olan Cengiz Aytmatov’u ne kadar derinden dost olarak hissettiğimi bir kez daha kavradım. 80’inci yaş gününü yine aynı yerde kutlamayı kararlaştırdık ama ecel izin vermedi.  Stalin döneminde babasını ve ailesinin büyüklerini yitiren bu adam, acılar ve olanaksızlıklar ve yoksulluk karşısında gerilememiş, bozkırda attığı çığlığı bütün dünyaya duyurmuştu. Sovyetler Birliği dağılınca adını Mareşal Frunze’den alan şehir Bişkek oldu. (Mareşal Frunze bizim Taksim anıtında rölyef olarak yer alır.) Yeni devletin düşündüğü ilk Cumhurbaşkanı Aytmatov’du ama o bunu istemedi. Yazar olarak kalmayı tercih etti. (Cumhurbaşkanlığı teklifini reddeden bir dostum daha var: Mikis Theodorakis. Yunanistan’daki bütün partileri temsilen evine gelip teklifi yapan heyete, ‘’Tabi onur duyarım ama bazı koşullarım var’’ demişti. ‘’Mesela ABD Başkanı Yunanistan’ı ziyaret ettiğinde onun elini sıkmam.’’  Bunun üzerine heyet ‘’Peki üstad, teşekkür ederiz!’’ diyerek ayrılmak zorunda kalmıştı. Zaten bakanlık görevini de zar zor bir ay sürdürebildi. Sonra istifa edip bestelerine döndü.)  *** İdeoloji ve sanat alanında bir enternasyonalist olan Cengiz Aytmatov için ‘’dil ve kültür milliyetçisi’’ nitelemesini kullandığım zaman itirazlarla karşılaştığım olmuştur. Milliyetçilikle Cengiz Aytmatov’u yan yana getiremezler. Aytmatov elbette nasyonalist yani milliyetçi, ulusalcı vs değildi. ‘’Vatanım ruy-i zemin/ Milletim nev-i beşer’’ diyenlerdi Fikret gibi. Zaten başka türlü büyük sanatçı olunamaz. Ama onun ana diline ve ata toprağına duyduğu büyük sevda, enternasyonalizmle çelişmeyen, tam tersine o büyük denize akan bir nehir gibi insanlığa zenginlik katan bir tutkuydu.  İyi ki bu dünyadan bir Cengiz Aytmatov geçti.