29 Mart 2024, Cuma
23.04.2021 06:00

Halikarnas Balıkçısı anlatmakla bitmez

17 Nisan’da 131’inci yaş gününü kutladığımız Cevat Şakir’le ilgili yazımızı “Halikarnas Balıkçısı anlatmakla bitmez. Kısa hikayelere haftaya da devam edeceğiz” diye noktalamıştık. İşte Balıkçı’nın hayatından derlediğimiz, koca bir puzzle’ın sadece birkaç parçası daha…
Halikarnas Balıkçısı’yla ilgili hikayelere, hakkında yazılıp söylenenlere iki üç sayı daha devam etsek yine de tam bir Balıkçı portresi çıkarmış olamayız. Bir araya gelmesi gereken o kadar çok parça var ki; çevirmen, ressam, grafik tasarımcısı, karikatürist, tezhip sanatçısı, gazeteci, edebiyatçı, balıkçı, bahçıvan, derviş, denizci, tarihçi, rehber, çevreci, hümanist, Mavi Anadolucu, ölümüne sebep olduğu bir Osmanlı paşasının oğlu, Sadrazam yeğeni, üstün başarılarıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vurmuş Şakir Paşa ailesinin ferdi, son hezarfen… Üstelik daha uzayıp gidecek bu listeye bize Bartın’dan yazan okurumuz edebiyat öğretmeni Deniz Burak Bayrak’ın sayesinde “sinema oyunculuğu” maddesini de ekledik. Meğer Cevat Şakir, başrollerini Orhon Arıburnu ile Nedret Güvenç’in paylaştığı 1950 yılında çekilen Yüzbaşı Tahsin filminde kısa bir başhekim rolü oynamış. Hiçbir Balıkçı kitabında rastlamadığımız bu bilgi için siyah beyaz Türk filmleri sever hocamıza teşekkür ederiz. Merak edip Balıkçı’yı hemen izlemek isteyenler YouTube’dan bulup filmin 1 saat 14’üncü dakikasına bakabilirler. Biz şimdi geçen haftadan devamla ve sizlerden de gelen istek e-mailleri doğrultusunda kısa hikayelerimize geçelim; ne kadar yazsak da eksik anlatmış olmayı göze alarak…

OXFORD’LU DERVİŞ

Babasının ölümüne sebep olmakla büyük bir trajedi yaşamış, kendine olan güvenini kaybetmiş bir vaziyettedir. Cezaevinden çıktığı İstanbul işgal altında boğulurken, ailesinin Elmadağ’daki Şakir Paşa apartmanı bile İngilizler tarafından kullanılmaktadır. Bir yandan Babıali’de “gazete ressamlığı”, ”renkli dergi kapağı tasarımı” gibi ilklere imza atıyordur, ama yine de hayatından hiç mutlu değildir. Biraz olsun nefes alabilmek için tıpkı uzun yıllar önce aile büyüklerinin yaptığı gibi tasavvufa yönelir. Fatih’te, postnişini Fransızca ve antik Yunan dili bilen bir Rufai dergahını seçip, orada derviş olur. Ayin gecelerine herkes derviş kıyafetlerini bohçasında götürürken, bu ona kendini “tranformist Fregoli”* gibi hissettirir. “Bir aşağılık duygum yok ki, işgal halkına Batı uygarlığını anladığımı göstermek için smokinle tekkeye gideyim” diye düşünür. Oxford’lu Cevat Şakir evinden her ayin gecesi üzerinde haydari cübbesi başında arakiyesiyle çıkar, gördüğü yüzlere eli yüreğinde selamını vererek Üsküdar’dan Fatih’e kadar İstanbul sokaklarında asalı bir derviş olarak gezer. O sıralarda şehrin değişik camilerinde namaz kılma alışkanlığı da edinir. Mesela özellikle öğle namazlarını Sultanahmet Camii’nde, akşamları da gün batımına karşı, kızıllığın vurduğu Karacaahmet’te kılmayı sever. Bir gün ikindi namazı için Beşiktaş Camii’ne girer. Caminin imamı birinci cemaatle çıkmış, geç gelen ikinci cemaate imam aranmaktadır. Derviş giysileriyle görünce “Buyurun imamete” derler. Namazı bilmesine rağmen birden heyecanlanır. Cemaate ikindiyi kıldırır ama rekatları saymayı unutur. Bir noktaya gelince Yaradana sığınıp sağa sola selam vererek namazı bitirir. Bakar kimse “Estağfurullah” demiyor, “Çok şükür selamı dördüncü rekattan sonra vermişim” diye sevinir. *Leopoldo Fregoli, 1890’lı yıllarda hızlı kostüm değiştirmesiyle ün yapmış İtalyan şovmen.

ŞU “KOMÜNİST” MESELESİ

Salih’in Azmakbaşı’ndaki kahvesinde ajans saatidir. Balıkçı her zamanki gibi yerini almış önce Ankara radyosunu açıp, sonra Arapça, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Yunanca, Fransızca ne kadar kanal bulabilirse hepsini dinleyip ardından Girit’ten yeni gelen Türklere güzel Rumca şivesiyle haberleri tercüme eder. Son gelişmelere bakılırsa Alman ordusu Rusya’nın içlerine kadar ilerlemiş durumdadır. “Bu Almanlar Sovyetler’e saldırmakla tarihlerinin en büyük aptallığını yaptılar” der Balıkçı. Bodrum’un ünlü yapı ustası Deli Salih arkadaşlarını dürter, “Almanların galibiyetini hazmedemiyor komünist.” Bu konuşmadan kısa bir süre sonra tam da Balıkçı’nın dediği gibi Almanlar büyük bir hezimete uğrar. Deli Salih kendi kendine kızar: “Bre Deli, sen burnunun ucunu göremezken adam dünyanın öbür ucunu görür. Sen nasıl iftira etmişsin bu adama…” Bodrumlu bir hemşerisi Haris Tengiz ise baştan koymuştur teşhisini Balıkçı için: “Ne müthiş adamdı ya. Adama komünist diyenler oldu. Bence, Cevat Şakir komünist filan değildi. O adamın ilmine yetişemedikleri için ona komünist namzedini godular.” Benzer bir gözlemi usta gazeteci Burhan Felek de yazar: “Politikaya asla rağbet etmez, o yolda fikir yürütmezdi. Solcu sanılırdı. Ne solcu idi, ne sağcı... Cevad Şakir bilgili, hisli, ince ruhlu ve küskün bir filozoftu. Dünyaya metelik vermezdi.” Aslında bir gün Balıkçı’nın kendisi de sinirlenir bu “komünist” lafına, der ki “Ben kendi kalıbıma sığamıyorum, komünizm gibi bir basmakalıp rejime nasıl sığarım.”

BRITISH’İ MAVİYE BOYATTI

1850’li yıllarda İngiliz araştırmacı Charles Newton, antik çağın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozolesi’ne ait kabartmaları, Kral Mausolos ve Kraliçe Artemisia’nın heykelleri ile dört atlı arabanın parçalarını British Museum’a götürmüştür. Bu olaydan 90 yıl sonra ise Sekizinci Edward İngiltere tahtına oturmuş, bütün İngiliz basını Kral’ın sanata, tarihe olan sevgisini, saygısını, bu alandaki bilgisini öven yazılar yayınlamıştır. Bunları okuyan Balıkçı bir ümitle Kral’a çok saygılı bir mektup göndererek, “Bu harika yapı, Londra’nın sisli havaları için değil, Karya’nın duru mavi göklerinden ilham alınarak yaratılmıştır. Sizden, insanlık adına rica ediyorum: O eseri asıl yerine geri gönderin” der. Balıkçı’nın mektubu Buckingham’da belli bir etki yaratır ancak verilen yanıt biraz dalga geçer gibidir: “Dileğinizi bir anlamda yerine getirmiş olmak için, müzenin Mausoleum salonunun duvarlarını maviye boyadık.” Gazeteci Sabiha Sertel’in anlattığına göre Balıkçı bunu okuyunca çıldıracak gibi öfkelenir. İngiltere’ye yeni bir mektup gönderir, ancak bu kez yazdıkları Kral’a hakaret sayılır. Neyse ki mesele Dışişleri’nin devreye girmesiyle tatsızlığa varmadan noktalanır. Bu arada eserler hala British Museum’da sergilenmekte ve salonu da mavi renktedir; tabii biz Akdenizliler için o renge ne kadar “mavi” denebilirse… 

”HA” HECESİNDEKİ DELİK

İzmir Avni Dilligil Tiyatrosu’nda Shakespeare’in bir oyununa davet edilir. Çok yorgundur, ama yine kimseye “hayır” diyemediği için gider. Kendisine en ön koltukta ayrılan yere oturur. Kaç kez İngiliz Kraliyet Tiyatrosu’ndan Shakespeare izlemiş olan Balıkçı bir süre sonra yorgunluğuna yenik düşüp uyumaya başlar. Oyunun bir yerinde Hamlet ya da Macbeth karakteri replik gereği “Merhaba!” diye seslenir. Balıkçı birden sıçrayıp o gür sesiyle öyle bir “Merhaba!” öttürür ki sahnenin ortasına bomba düşmüşçesine oyun altüst olur, trajedi komediye dönüşür.  “Merhaba”, Halikarnas Balıkçısı’nın dostluk parolasıdır. Büyük küçük herkese, dağa taşa, kurda kuşa mutlaka bir “Merhaba”sı vardır. “Allaha ısmarladık” yerine “hadi bana merhaba” der; “güle güle” yerine “eh sana merhaba”… İçki masasında “şerefe” diyeceğine “haydi merhaba”; mektuplarının hem başında hem sonunda “merhaba”; gece yatmaya giderken yine “merhaba”. Bu “Merhaba” sevgisini şöyle izah eder Balıkçı:  - Saate bakıp sabah-ı şerifleriniz hayrolsun, akşam-ı şerifleriniz mübarek olsun mu diyeceğim? Aklımın bin türlü işi var, bunların yerine basarım merhabayı olur biter. - Merhaba sözcüğü eski harflerle yazıldığı zaman yelkene benzer. Belki bunun da etkisi vardır merhabayı sevmemde… - Merhaba’nın kökeninde “Benden size zarar gelmez” anlamı yatar. Çoook eski zamanlarda uzun yolda karşılaşan iki seyyah diğerine zarar vermeyi düşünmediğini, düşmanca bir niyeti olmadığını anlatmak için yaylarını gerip, oklarını uzaklara atar ve  “Mir  heba”  yani  “Okum boşa gitsin” derlermiş.  - Sözcükler insan dimağında birer çekirge gibi uyur, sessiz ve hareketsiz dururlar. Bir sözcüğü söylemek onu öttürmek demektir. Merhaba sözcüğünün ise ortası deliktir. İkinci “ha” hecesi öttürülürken insan soluğu yol bulur, dışarı kaçar. Can ve gönülden bir merhaba çekildiği zaman insan bir ferahlık duyar. Çünkü yürekte biriken toksin bu delikten dışarı boşalır. 

GİZLİ KONUKLA EFES GEZİSİ

Halikarnas Balıkçısı’nın anlatmayı en sevdiği konu nedir? Batı Anadolu’nun medeniyet tarihi… Peki en büyük iddiası nedir? Günümüz Batı değerlerinin temel taşı olan ve Yunan uygarlığı denen aydınlanmanın aslında ilk kez Batı Anadolu topraklarında doğduğu. Yani “Mavi Anadoluculuk.” Bu “Grek-İon ikilemi” onu en meşgul eden, herkese duyurmayı, kabul ettirmeyi en önemsediği meselesidir. Balıkçı 1946’da Bodrum’dan İzmir’e taşındıktan sonra hayatında bir “turizm rehberliği” sayfası açar. Böylece hem Anadolu’nun avukatlığını yapabilecek hem de ailesinin geçimini sağlayacaktır. Türkiye ilk kez böyle bir rehber görüyordur. Öyle ki Türkiye Turist Rehberliği Birliği “Günümüz rehberlerinin rol modeli; Anadoluluk bilincini uyandırması ve sevdirmesi sebebiyle rehberlik mesleğinin modern anlamdaki öncüsü” diyerek onu “Pir-i Rehberan” kabul eder. Yabancı bir devlet adamı mı geldi veya bir diplomat, bir gazeteci; ya hemen Cevat Şakir’e yönlendirilir ya da konuk zaten onun adını bilerek gelir. Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou’dan İran Şahı Pehlevi ve Kraliçe Süreyya’ya kadar uzun bir hayran listesi vardır. Fakat bir gün gizemli bir konuğu gezdirmesi istenir Balıkçı’dan. “Aman” denir, “İç ve dışişleri bakanlıklarımızın önemli bir ricası var, kim olduğunu sormayacaksınız.” Yabancı konuk gelir, birlikte Efes’i, Milet’i gezmeye başlarlar. Gezerken Balıkçı bu sevimli, gözleri ışık saçan yabancının Thales, Empedokles, Aneksimenes gibi dünyanın ilk atomistleriyle daha fazla ilgilendiğini fark eder. Üç isim de Atinalılar gibi kendilerine filozof (felsefe sever) demek yerine fusin logos (doğa bilgini) demeyi tercih eden İyonyalı öncülerdir. Bir ara yabancı adam sorar: “Peki neden o yüzyılda ve neden burada?” Balıkçı tam kendi üslubuyla yanıtlar: “Kim bilir, belki o sırada bu yakınlardan bir kuyruklu yıldız geçmiştir!” Gezi boyunca bu yanıt konuğun dilinden düşmez. Sonunda vedalaşıp ayrılırlar. Neden sonra öğrenir ki gezdirdiği kişi roket teknolojisini geliştirerek Ay’a yolculuğun kapısını açan bilim insanı Wernher von Braun’dur. Hani, “Neden Ay’a gitmeye uğraşıyorsunuz” sorusuna “Gitmek mümkün de ondan” yanıtını veren Braun… 

AKDENİZ 6. KITA

Halikarnas Balıkçısı’nın bir tezi de Akdeniz’in altıncı kıta olduğudur. Onun çizdiği haritaya göre aslında İtalya, İspanya Avrupa’da; Mısır, Fas, Cezayir Afrika’da, Suriye, Irak Asya’da değil; Akdeniz’dedir. Çünkü Akdeniz yalnız bir deniz değil, bir kıtadır aynı zamanda. Bir gün eve haber gelir, bir yabancı konuk ille de seninle Efes’i, Priene’yi, Milet’i gezmek istiyor diye. Hazırlanıp iner aşağıyı, gitmeden yukarı karısına seslenir, “Haticooo, haydi dökeceksen dök.” Kendi inanmasa da “güzelime gelir bu davranış” deyip ses çıkarmaz karısının “su gibi gidip su gibi dön” adetine… Neyse gidip tanışırlar konukla. Provence Mirası Birliği’nin (L’Astrado) kurucusu Louis Bayle’dır karşısındaki zat. Birbirlerine “Akdenizli kardeş” diye hitap ederler. Balıkçı’nın bakış açısından o kadar etkilenir ki Bayle, “Bizim dergiye bu anlattıklarınızı yazar mısınız?” der. Yazısı yayınlanınca Akdeniz ülkelerinde geniş yankı uyandırır. Bu kez Artistik Bilimsel Birlik’in yayın organı olan Carrefour dergisi bir yazı ister Balıkçı’dan. Fransızca yazıyordur makalesini ve o kadar kaptırır ki kendini, editöre not düşer, “Eğer uzun gelirse şu işaretlediğim yerleri çıkarabilirsiniz.” Yanıt gelir: Yazınızın değil paragrafını çıkarmak, virgülüne dokunmak cinayet olur. Elbette tamamını yayınlayacağız.”
Cevat Şakir’in kızı İsmet Noonan’ın özel albümünden çıkarıp Bodrum Deniz Müzesi’ne bağışladığı Balıkçı fotoğraflarından biri
Cevat Şakir’in kızı İsmet Noonan’ın özel albümünden çıkarıp Bodrum Deniz Müzesi’ne bağışladığı Balıkçı fotoğraflarından biri

KAPIDAKİ KAPI

Bodrum’da en iyi arkadaşlarından biri olan Gavur Ali bir gün Balıkçı’nın evine uğrar, bakar kapının altını delmiş, “Bre Cevat Bey, bu yuvarlak delik ne?” diye sorar. Balıkçı: “Kapıdaki kapı! Kedi için açtım. Nasıl güzel olmuş mu?” Gavur Ali ne desin bilemez, karşılıklı gülerler. Bir müddet sonra kapıda dört delik açıldığını görür Ali Karayel. Hayretle öyle bakakalır kapıya. Balıkçı onu da açıklar: “Kedi yavruladı. Onlara da birer kapı açtım, trafik sıkışmasın diye.”

TÜRK AYISI GELDİ

Özellikle adalara giderken denize mutlaka Hasan Erdoğan Kaptan’la açılmak ister. İkisi de boylu poslu, 1.90’ın üzerindedir. O zamanlar İtalyanların idaresindeki İstanköy polisi Halikarnas Balıkçısı ve Hasan Kaptan’ı pehlivan sanır. Biri diğerine kendi dilinde bir şeyler söyler. Balıkçı bir anda çılgına dönüp polislerin üzerine yürür. Polisler, balıkçı bir Türk’ün İtalyanca bildiğini nereden tahmin etsin, şaşırıp kalırlar. Neler olup bittiğini anlayamayan Hasan Kaptan’a ise durumu etraflarındaki Türkler anlatır: “Polisler sizin için ‘Türk ayısı geldi’ dedi. Cevat Bey de onlara ‘Ağzınız fazla açık kalıyor, o da fazla makarna yemekten olacak. Bizim ayılar birkaç dil bilir. Ya sizin eşeklerden ne haber?’ diye bağırdı. Şimdi de ‘Bunu diyen İtalyan polis özür dilemeden buradan ayrılmam’ diyor.” Ertesi gün olur, Balıkçı sözünden dönmez. Sonunda lafın sahibi polis özür diler de bizimkiler Bodrum yolunu tutarlar.

NASREDDİN’İN TORUNU

Balıkçı’ya göre Türklerin insanlığa armağan ettiği ikinci büyük isim Nasreddin Hoca’dır ve kendi de onun torunu olduğunu her fırsatta kanıtlar. Bir gün Bodrum’a mühim ziyaretçiler gelir. Balıkçı onlara rehber tayin edilir, ama kılık kıyafeti bu seçkin misafirleri gezdirmeye müsait görülmez. Hemen bir kat elbise yaptırılır. Misafirlerin ağırlanacağı gün Balıkçı gelir. Üzerinde yine kendi stilinde giysileri, elinde bir sopa, sopanın ucunda da kendisine uygun görülmüş yeni elbiseleri asılıdır.
Balıkçı’nın az bilinen bu deri montlu fotoğrafını 1963 yılında askerlik görevi nedeniyle Bodrum’da bulunan Sulhi Kurtbay çekmiş. 80’den sonra Bodrum’a yerleşen Kurtbay uzun yıllar Foto Sulhi olarak tanınmış
Balıkçı’nın az bilinen bu deri montlu fotoğrafını 1963 yılında askerlik görevi nedeniyle Bodrum’da bulunan Sulhi Kurtbay çekmiş. 80’den sonra Bodrum’a yerleşen Kurtbay uzun yıllar Foto Sulhi olarak tanınmış

HÜKÜMETİN MANEVİ ŞAHSI

İkinci Dünya Savaşı sona ermiş ama sıkıntısı bitmemiştir. İzmir’de oturdukları Hatay mahallesine elektrik verilemiyor, her gün elde bidon, karneyle gaz peşinde koşturmak gerekiyordur. Bir akşam çok yorgundur. Konak’ta o kadar aramasına rağmen gaz bulamayıp sonunda “Hay ben bu karaborsanın” diye başlayan sunturlu bir küfür eder. Hemen bir müzevir ya da bir sivil polis karakola bildirir durumu. Koca Halikarnas Balıkçısı’nı hükümetin manevi şahsiyetine hakaretten hapse atıp aylar sonra mahkemeye çıkarırlar. İzmir Barosu devreye girmiş, yargılama usulen yapılıp Balıkçı serbest bırakılacaktır. Yeter ki mahkemede sussun. Fakat yargıç “Sanık ayağa kalk, söyle bakalım” deyince salonda “eyvah” sesleri duyulur, başlar Balıkçı konuşmaya: “Efendim, ben haddim olmayarak 8-10 dil bilirim. Bildiğim dillerde şu ‘manevi şahsiyet’in ne olduğunu çevirmeye çalıştım, dünya dillerinde böyle bir kavram yoktu. Eh, ben burada onu aşağıladım savıyla yargılandığıma göre öyle bir şey olsa gerek. Dolayısıyla ondan bende de var olmalı. Şimdi ben diyorum ki, ben onların sanal kişiliklerine küfrettiysem o kabinenin üyeleri de benim manevi kişiliğime hakaret etsinler, isterlerse o kişiliğimi Kemeraltı caddesine sereyim de kabine üyeleri sularını dökerek üstünden geçsinler. Böylece ben de çoluk çocuğuma bir borç bırakmamış olayım.” Salonda birden bağrış çığrış kopar. Bu sırada dışarıdan da sesler gelmektedir: Balıkçı’nın yargılandığını duyan bir grup üniversite öğrencisi gelmiş mahkemenin önünde “Aganta Burina Burinata” diye sloganlar atmaktadır. Neyse ki o gürültünün arasında “sanığın beraatine” sözü duyulur da Balıkçı salondan omuzlarda çıkarılır.  

HOKUS POKUS

Aya Nikola Kilisesi sinema olarak kullanılıyordur. Evlerin kör bir lambayla aydınlatıldığı o yıllar sinema özellikle çocuklar için büyük eğlencedir. Ama her zaman para bulup da girmek mümkün olmaz, afişlere bakmakla yetinir çocuklar. Yine öyle bir akşam çocuklar kenara ilişmiş sinema kapısında bekleşmektedir. Birden üzerinde büyük peleriniyle Cevat Şakir gelir. Fark ederler ki Cevat amcaları sinemaya bir girip bir çıkıyor, sonra tekrar giriyordur. Meğer en küçükleri pelerinin altında sinemaya sokuyor, sonra tekrar çıkıp ikinci partiyi sokuyordur. Balıkçı, çok sayıda Bodrumlu çocuğun da isim babasıdır; ya ismi ona verdirmişler ya da bizzat onun adını vermiştir Bodrumlular. Onlardan biri de Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’tir. 

BODRUMLU CARMENLER

Yine bir gün Yatağan’ın küpeştesine uzanmış Prosper Merimee’den “Carmen”i çevirmektedir. Romandaki esmer güzeli Carmen, tütüncü imalathanesine zülfüne bir “kassiya” demeti takarak girer. Bunu okuduktan sonra Balıkçı düşünür, “Bodrum da Akdeniz’in Andalusia’sı gibi güneş ili. Benim esmer Bodrumlu kızlar niçin başlarına kassiya takmasınlar?” Hemen güçlükle de olsa yabancı para denkleştirip, Paris’ten bu çiçeğin tohumunu ısmarlar. Tohumlar gelir, Balıkçı bulduğu her yere eker ve hızla büyür çiçeklenirler. Bir gün Halikarnas Balıkçısı Tepecik kahvesinin bahçesinde otururken yoldan bir gelin alayı geçtiğini görür. Bir de bakar ki gelin alayındaki kızlar saçlarına kendisinin diktiği sarı çiçekleri takmışlar. Bu manzara öyle mutlu eder ki Balıkçı’yı yıllar sonra Bodrumlu öğrenciler “Bodrum’la ilgili en unutamadığınız anınız nedir?” diye sorduğunda Balıkçı onca macera içinde bu olayı anlatır. Kim bilir belki bu satırları okuyan Bodrumlu bir gelin adayı da saçında sarı kassiya’larla evlenir bu yaz. “HAYATIN ASKERİ”NDEN HAYATA BİRKAÇ DOKUNUŞ - Muğla’nın Cumhuriyet Meydanı’na 1937 yılında heykeltıraş Nusret Suman tarafından yapılan Atatürk heykelinin kaidesinde kullanılan andezit taşını bizzat kendisi dinamitlerle Bodrum’dan çıkartıp Gökova körfezinden develerle Muğla’ya gönderdi. - Karneyle gaz bulmakta zorlanan Bodrum halkı kapısına gelip yalvar yakar olduğunda dayanamazdı, bütün gece uğraşıp sahte karne hazırlar, belediyenin mührünün ve gerekli imzaların aynısını taklit ederdi. Belediye yetkilileri karne sayısındaki fazlalığı anlasa da işin içinde Balıkçı olduğu için ses etmezdi.  - Greyfurtu memlekete kazandıran kişi Balıkçı’ydı. Ayrıca yurt dışından 18 cins turunçgil getirtti, Bodrum’da mandalina üretiminin yaygınlaşmasını sağladı. Turunçgil yetiştiriciliği konusunda el yazması 300 küsur sayfalık, çok değerli bilgiler içeren bir kitap yazdı. Ancak Bodrum’dan Marmaris’e, oradan Fethiye’ye derken en son Dörtyol’da izine rastlanan kitabın tek kopyası bir daha Balıkçı’ya dönmedi. - Bodrum’da süngercilik yasaklanmış, tüm pazar Yunanlı tüccarların eline geçmişti. Ankara’dan çekinen Bodrumlu süngerciler dertlerini kimseye anlatamıyor, yoksulluk her gün daha ağırlaşıyordu. Soruna el atan Balıkçı hükümete uzun bir telgraf gönderdi ve 1940’ta sünger avlama yasağını kaldırttı. - 1933 İstanköy depremi sırasında evi zarar görünce Balıkçı hem mimar hem kalfa olup kendi elleriyle yeni bir ev yaptı. En sert Provezza fırtınalarında bile uçmasın diye çatısını V şeklinde planladı. Depreme dayanıklı olması için Datça’dan köpürge taşı taşıdı. Yat güvertesi gibi denize uzanan avlusuna delikler açıp gelen suyu hızla boşaltma sistemi tasarladı. Bir tehlike anında çocuklar palamar halatından kayıp hop teknenin içine kaçabilsinler diye evin ikinci katına koca bir halka takıp, sevgili Yatağan’ını da o halkaya bağladı. İzmir’e giderken satmak zorunda kaldığı o ev yıkılıp pansiyon yapıldı. - 1939 yılında Gökova Akçapınar köyünün çocukları sıtmadan ölüyordu. Sivrisineği yok etmek için tek çare ise bataklığı kurutmaktı. Sorunu öğrenen Balıkçı hemen Avustralya’ya mektuplar yazdı, köye yüzlerce okaliptüs fidanı getirtti. Kadın erkek hep birlikte işe girişip sağlı sollu 3 kilometre boyunca fidan diktiler, adına da “Sevgi Yolu” dediler buranın. Muğla’yı Marmaris’e bağlayan, geçerken hepimizin durup fotoğraf çektiği o yoldaki okaliptüslerin boyu şimdi yaklaşık 40 metre… O yıl doğan Prof. Dr. Şadan Gökovalı da Balıkçı’nın manevi oğlu.
Balıkçı’nın anısını yaşatmak için uzun yıllardır Bodrum’da çok ciddi çalışmalar yapan “Halikarnas Balıkçısı Forumu” adında bir gönüllüler grubu var. Balıkçı’nın 40’ıncı ölüm yıldönümünde 40 güne yayılan etkinlikler hazırladılar; 16 fakültenin katıldığı bir sempozyum düzenlediler; Forum üyelerinden Sönmez Taner ve Rüştü Tezcan imzasıyla “Halikarnas Balıkçısı’nın Mirası” adında kapsamlı bir inceleme kitabı yayınladılar. Balıkçı için hala çalışmaya devam ediyorlar ve her 17 Nisan’da Gümbet Gönül Tepe’deki mezarı başında bir araya gelip Balıkçı’ya bir “Merhaba” gönderiyorlar. Forum üyeleri son ziyaretlerinde yanlarında Oksijen’in “İyi ki Doğdun Halikarnas Balıkçısı” yazısının olduğu geçen sayısını da götürmüşler. Bu güzel jest ve tüm emekleri için Forum gönüllülerine bizden de koca bir  “Merhaba!”