28 Mart 2024, Perşembe
05.03.2021 06:00

Halkın Atatürk’ü

Avrupa’nın pahalı sanat kitapları yayınlayan ünlü yayınevlerinden Patric Frey, geçen yıl çok ilginç bir kitabı bütün dünyadaki okurlarına sundu. Büyük boy, lüks baskılı kitabın adı ‘’Everybody’s Atatürk’’. İsviçre’de yaşayan fotoğraf sanatçısı Mine Dal’ın çektiği 11.000 fotoğrafa dayanıyor. Ama bu kitabı diğer resimli Atatürk kitaplarından ayıran öge, Türkiye’nin her bölgesinde halkın gönüllü olarak dükkanına, tezgahına, evine astığı resimlerden oluşması. Halk gönüllü olarak, balıkçı tezgahına, küçük elektrik tamir dükkanına, bakkalına, manavına, üç masalık lokantasına, köy kahvesine, otomobiline, hatta işporta tezgahına Atatürk resmi asıyor. Buna hep rastladığımız için bize olağan geliyor ama yabancılar açısından çok ilginç bir fenomen bu. Kitabın adı Herkesin Atatürk’ü ya da Halkın Atatürk’ü de buna dayanıyor. Kitap bu yönüyle dünya basınının da ilgisini çekmekte. Mine Dal, bu önemli çalışmasından söz edip bir önsöz yazmamı istediğinde, yabancılara bir türlü tam olarak anlatmayı başaramadığımız Atatürk’e halkın sahip çıktığını göstermek için ilginç bir fırsat olduğunu düşündüm. Bazı Batılıların (hatta yerlilerin) sandığı gibi bir diktatör korkusu değildi buradaki sebep, halkın sevgisiydi. Kitabın son sözünü de değerli Altan Öymen yazdı. Everybody’s Atatürk kitabını hem ilgiyle ve zevkle gözden geçirebilir hem de yabancı dostlarınıza gönül rahatlığıyla hediye edebilirsiniz. 

Halkın gönüllü olarak evine, işyerine astığı Atatürk fotoğraflarından birkaçı. Mine Dal tam 11 bin fotoğraf çekmiş...
Halkın gönüllü olarak evine, işyerine astığı Atatürk fotoğraflarından birkaçı. Mine Dal tam 11 bin fotoğraf çekmiş...

ÖNSÖZ

Okula başladığım 1950’li yıllarda biz öğrenciler için Atatürk, her okulun bahçesinde tunçtan bir büst, her sınıfta asılı bir resim ve okulda yapılan törenlerin, sonsuz bağlılık bildirilmesi gereken resmi bir figürüydü. Hayatımızın her alanında vardı. Hayatını ve sözlerini ezberliyor, heyecanlı bir biçimde ve yüksek sesle onu öven şiirler okuyorduk. Yaşadığımız askeri darbelerde bu anma ve törenler daha da coşuyordu. Özellikle 1980 darbesinden bir yıl sonra, onun 1881’de doğduğuna işaretle ‘’Atatürk 100 yaşında’’ kampanyası; afişler, TV programları, marşlar, heykeller ve törenler şeklinde bütün ülkeyi kapladı. Atatürk, bir anlamda devletin ve rejimin yüzüydü. Bu yüzden, her heykelleşmiş ve emirle benimsenmesi dayatılmış kişi gibi Atatürk de ilgimizi çekmiyordu. Devlet zaten resmi olarak elinden geleni yapıyor, darbeci komutanlar ise demokrasiye ve aydınlara karşı uyguladıkları zulüm rejimini onun resminin arkasına saklanarak ‘’Kemalizm’’ olarak sunuyorlardı.
Atatürk sevgisi kalplere kazınmış
Atatürk sevgisi kalplere kazınmış
1990’larda yazdığım bir yazıda Atatürk’le ilişkiyi, bir çocuğun babasıyla ilişkisinin aşamaları gibi gördüğümü belirtmiştim. Her çocuk küçükken babasını aşırı önemser, onun dünyanın en güçlü adamı olduğunu zanneder, ergenlikten sonra babasının zayıf tarafları da olduğunu keşfederek bu sefer onu haketmediği kadar eleştirir; ancak üçüncü aşamada babasını eksiğiyle fazlasıyla bir insan olarak kavrar ve yerli yerine oturtur. Bizim halk olarak Atatürk’e bakışımız da böyle gelişti. Önceleri devlet kurucusuna aşırı bir hayranlık, 1990’larda başlayan 2000’li yıllarda doruğa ulaşan bir aşırı eleştiri ve ülkedeki her sorunu ona bağlama modası, İslami hükümetin onun anısını silme çabaları ve buna tepki olarak halkın laik ve aydınlık kesiminin Atatürk’e bir kahraman olarak sahip çıkması dönemleri. İşte Mine Dal’ın değerli kitabı tam bu aşamada ortaya çıkıyor ve önemli bir boşluğu dolduruyor: Halkın Atatürk’ü. 1920’li yıllarda Türkiye, Mustafa Kemal Paşa liderliğinde bağımsızlık savaşı verirken, onun resmi yalnız bu halkın değil bütün ‘’mazlum milletler’’ in göğsünde, duvarlarında, kahvehanelerinde asılıydı. 1919 yılında işgal altındaki İstanbul’dan gemiyle çıkarak 19 Mayıs günü Samsun’a ayak basması ve Milli Mücadele’yi başlatması, emperyalizme başkaldıran bütün halklara örnek olmuştu. O dönemde anti emperyalist yazarlar ve şairler onu bir halk kahramanı olarak selamlayan şiirler yazıyorlardı. Çarpıştığı ülke liderlerinin bile övgülerini kazanan bir generale rastlamak herhalde çok zordur. Ama Mustafa Kemal’i yalnız Britanya, Fransa gibi ülkeler değil, kanlı bir savaşla Anadolu’daki işgaline son verdiği Yunan ordusunu yöneten siyasi önderleri bile takdir etti.
İsviçre’de yaşayan Mine Dal fotoğraflar için köy köy, kasaba kasaba dolaşmış
İsviçre’de yaşayan Mine Dal fotoğraflar için köy köy, kasaba kasaba dolaşmış
1934 yılında Yunanistan Başbakanı Venizelos Oslo’daki komiteye gönderdiği resmi bir mektupla Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. 12 Ocak 1934 tarihli mektubun son bölümü şöyle: ‘’…Barış sorununa bu değerli katkıyı sağlayan kişi Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır. Yakındoğu’da, barış yolunda yeni bir çağ açan Yunan-Türk anlaşmasının imzalandığı dönemde,1930 yılındaki Yunan hükümetinin başkanı kimliğiyle, şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin seçkin üyeleri önünde Mustafa Kemal Paşa’nın adaylığını bu onur ödülüne layık olarak önermekten şeref duymaktayım. En derin saygılarımın kabulünü rica ederim Sayın Başkan. Saygılarımla, Eleftherios Kyriakou Venizelos” Savaş terminolojisine göre ‘’düşman’’ sıfatını taşıyan bir liderin bu mektubu ülkeler arasında barış anlamında değerli bir katkıdır bence. Fakat Atatürk’ün 1938 yılındaki; onun ‘’Ben size hiçbir dogma bırakmıyorum. Gelecekteki olaylar günün koşulları ve bilimin ışığında değerlendirilmeli’’ vasiyetinin tersine, yöneticiler onu, kendilerine göre oluşturdukları Kemalizm ideolojisi ve ‘’ebedi şef’’ adı altında dondurup, imgesini taşlaştırarak sevimsiz bir devlet simgesi haline getirdiler. Darbeci askerler, demokrasiye karşı işledikleri suçları Kemalizm maskesi ardına gizlediler. Atatürk’ün hatırasının en çok zayıfladığı dönemler darbe devirleriydi. Başlangıçtan beri onun reformlarından, kadınlara seçme seçilme hakkı tanımasından, laiklik ilkesinden ve ülkenin artık İslam şeriatı ile değil medeni hukuk kurallarıyla yönetilmesinden aşırı derecede rahatsız olan İslami tarikatlar, açık çalışmaları yasaklandığı için yeraltına indiler ve Atatürk rejimi aleyhine zehirli bir propagandayla kuşaklar yetiştirdiler. Onlara göre Atatürk, İslam’ı yıkarak Türkiye’yi ‘’gavur’’laştıran sarışın bir ‘’deccal’’ dı. Camilerde, Kuran kurslarında, İmam Hatip okullarında, öğrenci yurtlarında ve gizli tarikat ayinlerinde yetiştirilen bu gençler bir süre sonra ülkede ağırlıklarını hissettirerek ticaret/siyaset/tarikat bağlantılarıyla önemli bir güç haline geldiler. 1990’lı yıllar, askeri rejimlere duyulan haklı bir öfke ve yolsuzluk yapan hükümetlere karşı İslamcı politikacıların yükselişi dönemiydi. Yetişmelerine uygun olarak ilk yaptıkları iş Atatürk’ün manevi mirasını devirmeye ve kadın hakları, laiklik gibi ilkeleri ortadan kaldırmaya çalışmak oldu. Bu kez Atatürk’ü devlet korumuyordu, tam tersine yarattığı devlet, bu geleneği ve onun ismini karalamak istiyordu. İşte bu aşamada çok ilginç bir gelişme oldu ve halk, hükümetin politikasına karşı Atatürk’e sarıldı. Ülkenin en az yarısını oluşturan nitelikli ve laik kesim, medeni hayat mücadelesini, yıllar önce vefat etmiş olan Atatürk liderliğinde vermeye başladı. Genç kızlar onun imzasını kollarına omuzlarına dövme yaptırmaya, halk, resimlerini dükkanına, kahvehaneye, evine ve bulabildiği her yere asmaya başladı.  Artık Mustafa Kemal Paşa, kurtuluş ve kuruluş yıllarındaki gibi bir direniş sembolü idi. Başlangıçta olduğu gibi devletin değil halkın lideriydi. Osmanlı hükümetinin idama mahkum ettiği dönemi hatırlatır biçimde bir halk kahramanıydı. Mine Dal bu karmaşık ve ülkeye yabancı olanlar tarafından anlaşılması zor olan süreci görselleştirmek suretiyle, Atatürk’ün anısına ve her şeyden önemlisi gerçeğin kavranılmasına büyük bir katkıda bulundu. Bu değerli çalışmanın Türkiye’yi anlamak için bir dönüm noktası olacağına inanıyorum. Tebrikler Mine Dal.