19 Nisan 2024, Cuma
03.09.2021 04:30

Kül olur kalbindeki zamanla, yana yana yana...

Ağustosun ortasında bir sabah uyandığımda anlarım; vakit tamam, yaz bitiyor. Hafif bir ürperme ile varla yok arasında serinlik yerleşmiştir sabaha.  Sonra yavaş yavaş toparlanan sevinç, usul usul yaklaşan kapanışla kucaklaşır ve yaz son eylül sıcaklarından sonra gözden uzaklaşır. Her yaz bitimi hâlâ hüzünlüdür benim için. Ve bazı şeyler hiç değişmediği için kendini bir dejavu içinde buluyor insan. Kaç kez hissettim bu burukluğu, ya da o bıkkınlığı? Kaç kez yağmuru özledim? Kaç yaz kahvaltısı hazırladım? Kaç kez defter kapladım yaz sonu okul açılmadan?  Kaç kez yazdım ben bu yazıyı diye soruyorum kendime. Mesela 2003 yılında Vatan gazetesinde daha sonra bir kitabıma da adını verecek  “Yaz Bitmesin” başlıklı bir yazımda şunlar dökülmüş satırlara: “Sanki hiç vedalaşmamışım herhangi biriyle. Sanki artık özlemiyorum. Kimseyi. Yazlıklardan ayrılanlar, güneşten solmuş tişörtlerinin omzunda getirirdi küçük yaz aşklarının ayrılığını. Mektuplarla, arada bir güçlükle açılan telefonlarla yaşatılırdı biraz daha yaz aşkı. Yaz bitimi, yirmili yaşlarım başlayana dek daha derin acıtırdı kalbimi ve o zamanlar daha çabuk onarabilirdi kalbim kendini. Bir ayrılığın, uzun bir yola çıkmanın, bir şehre son kez bakmanın burukluğu ile baş etmeyi öğrendim sonunda.” Kitabın 2013 yılında, şimdiki yayınevimden çıkan yeni basımında yeni bir giriş eklemişim. O da şöyle başlamış: “Evde yalnızdım.  Eski kitaplarımın yeniden basımları için hepsini bir kez daha gözden geçirmek gerekiyordu. Okumaya başladım. Yirmi dakika sonraydı sanırım. Ağlıyordum.  Fark ettim ki üzerinden geçen zaman sadece 10 yıl ama yazdıklarımı, yaşananları unutmuşum ve bahsi geçen kişilerin çoğu artık hayatımda değiller.  Yirmilerimin sonu, otuzlu yıllarımın başlangıcı ve hayatla ilgili keşiflerimin, o başıma ilk kez gelmiş ve bundan sonra gelmez sandığım olayların, duyguların tazeliği ile karşılaşmak hüzünlendirdi sanırım beni.  Bunları yazdıktan sonra da sekiz yıl geçmiş. Gidenler, eksilenler çoğalmış. Mesela Selahattin Duman gitmiş bu yaz. Ferhan Şensoy gitmiş. Rasim Öztekin gitmiş. Dünya ve ülke daha da zor bir yer olmuş.  2021 yazını yangınlar ve seller doldurmuş. Bizi iki yana ittiren siyasi sistem sadece ülkemizde değil, dünyada da başarmış bizi ayrıştırmayı. İyice duymaz olmuşuz birbirimizi. Yaz bitse, kış başlasa ne fark eder artık diye düşünenler çoğalmış...  *** Geçtiğimiz hafta arkadaşlarımla Alaçatı Port’taki meşhur balık lokantalarından birinde  buluştuk. Bu hafta için biraz da mekândan, yemekten ama bütünüyle Alaçatı’da yerli bir turist olmanın bir günlük maliyetinden söz eden bir yazı tasarlıyordum.  Sonra vazgeçtim.  Bunun nice pahalı olduğunu gücü yeten de biliyor, yetmeyen de. O gece aklımdan geçenleri yazmak istedim bu hafta. Okullar açılmadan, yaz bitmeden son kez bir masanın etrafında toplanmıştık o gece. Birkaç gün sonra benim dışımdaki herkes yaşadığı şehre dönecekti. Yazlıkçılar gidecek,  onlardan geriye önce özlediğimiz tenhalık ve sakinlik, sonra da bir masaya devrilmiş tahta sandalye “tekliği” kalacaktı.  Masada  yaklaşık 30 yıla sığan hatıraların biri bitiyor biri başlıyordu. Kahkahalar, hüzünler, lisedeki eşek şakaları, üniversitedeki rock konserleri, ortak yaşanan öğrenci evleri, mezuniyetler, nişanlar, ayrılıklar, boşanmalar, göçlerle dolu uzun yıllar masadaki mezelerin, tabakların arasında yerini aldı. Gece bitmeden çektirdiğimiz o son fotoğrafta gözle görülmese de masada anılarımız da vardı.  Nem oranının yüzde 85 olduğu bir gecede yakın gözlüklerimiz bile su içinde kalmışken yine de çocuk yazlarının neşesi ile gülebiliyorduk.  Gözlerimiz dolabiliyordu. Bir aradayken eskisi gibi öfkelenebiliyorduk dünyayı inandığımız güzelliğinden uzaklaştıranlara.  Bir ara mekânı tıklım tıklım dolduran insanlara, diğer masalardaki  yüzlere baktım. Gençler, çocuklar, yaşıtlar, daha yaşlılar... Ağarmış saçlar, yorgun bakışlarla yerleşiyor yıllar insanın üzerine. Saklamanın, değilmiş gibi yapmanın  yolunu bulabilen aslında saklambaç oynuyor kendi tarihiyle. Kendi masamdan uzaklaşıp yine kanatlanıyorum sanki. Böyle birkaç saniye asılı kalıyorum havada.  Uzun yıllardır kendi kendime oynadığım bir oyun bu. Zamanı durduruyorum kafamda. Herkes donup kalıyor adeta.  Muhteşem Cem Adrian’ın “Kül” isimli şarkısı dönüyor içimde:  “Yüzümde bir şey soluyor,  Aynı değil umudun rengi kayboluyor Kalbimde bir yerde orman yanıyor...” Zihnimdeki o zaman resminde  sohbet edenler, garsondan buz isteyenler, sandalyesini gıcırdatarak kalkanlar, tuvalet önünde şen kahkahalar atarak sıra bekleyenler öyle donup kalmışken hepsinin üzerine sarı bir ay doğuyor. İnsanlar hareketsiz, sadece doğa kendi akışında o an benim için. Sonra birden iniveriyorum yerime, kanatlanan ruhum dönüyor bedenime. Yine hareketleniyor insanlar. Yine başlıyor o gürültü. Yine çatal bıçak sesleri. Yine o sandalye gıcırtıları. Yine müşterisini memnun etmek için koşturan garsonların ayak sesleri. Yine mızmızlanan bir çocuk ağlaması...  Masada eski bir aşk da var. Yüzüne bakıyorum. 12 yıl önceden bir geceyi anlatıyor.  Anlattıklarının arasında kalan o sessizliğe, kendimizden bile sakladığımız bölüme bir yaz sonu ayrılığı gömülmüş yıllar önce. Herkes payına düşen kadar üzülmüş. Herkes devam etmenin bir yolunu bulmuş. Şimdi gülerek anlatılan o günler  yaşandığı sıra  teselli kabul etmeyen bir sızıydı oysa. En azından birimiz için.  Cem Adrian şarkısına benim kalbimde devam ediyor: “Kül olur kalbindeki zamanla yana yana...” O külden filiz veren hayatı sevmek ne zorlaşmış yıllar içinde. Ama hep o külden yeniden doğmuş bir şeyler. Bu yaz yanan, kül olan tüm ormanlarda şimdilerde baş kaldıran o yeşil, güzel tohumlar, dallar, otlar gibi. Hayatta kalıp evine dönen, yeniden yuvasını kuran karınca, kirpi, kuş gibi...  Kaç deprem, kaç yangın, kaç siyasi kriz, kaç terör saldırısı, kaç savaş, kaç zafer sığdı 2003’ten bu yana hayatımıza? Bu yaz bitsin gitsin artık dediğimiz kaç yıl geçti? Sonra kaç kez özledik bahçe taşlarını yıkayarak başladığımız sabahları? Kaç kez sevindik iyi bir habere?  Ben düşünürken kalkma vakti geliyor. Hesap istiyoruz garsondan. “Hesap lütfen...” Yine yaz bitiyor. Herkes evine, şehrine dönüyor. Herkes kaldığı yerden devam edecek hayatına. Bir dahaki yaza kadar şehir devrilecek herkesin üzerine. Alaçatı’da, Çeşme’de, Urla’da yerli turist olmanın 10 günlük  bedeli için çalışılacak. 2021 yazında el kadar barbun balığının beş tanesine 500 lira ödendiğini, Alaçatı’da bir plaja girmenin bedelinin kapıda 350 vermek, içeride en az 1500  harcamak olduğunu ve bunu vermeye hazır o büyük kalabalığın seneye fiyatları daha da uçuracağını konuşacağız kış boyu.  Kendi ülkemizde turist olmanın bedelini dahi ödemekte güçlük çektiğimizi bile bile o bedeli ödemek için mesaiye kalacak içimizde kimileri. Nasıl kazanıldığı bilinemeyen ve bu yüzden çok kolay harcanan paraların sahipleri ile aynı yerde tatil yaparak kendini iyi hissetmeye çalışanlar, “Bir daha o saçma kalabalığa girmem, o deliliği sürdürmem” diyenler, sakin bir dağ başında ya da bilinmez bir kıyıda kamp yapmak isteyenler 2022 yazını beklemeye koyulacak... *** Gecenin sonunda birbirimizle kucaklaşarak vedalaşıyoruz. Alaçatı’nın toz toprak içindeki parke taşlı sokaklarında yürüyorum.  Biliyorum. Yirmilerimde çok yanılmışım. Otuzlarımda yanılgıma çok inanmışım. Kırklarımda hatalarımı anlamışım.  Yine özlerim ben yazı. Yine özlersin yazı. Yine ödemeye hazırız bütün o bedelleri. Yine oturmalı çünkü o masada. Yine o el kadar balık, bir rakı kadehi yanında eski bir anıya ortak olmalı. Yeni yazın hayali eskinin tebessümü ile gelecek, öyle geldi hep. Evet, Çeşme-Urla Yarımadası’nda yaz bitti... Eylül toparlandı geldi.