19 Nisan 2024, Cuma
28.05.2021 06:00

‘Çaresizlikten mesleğimden nefret ettim, yazmak beni iyileştirdi…’

Covid’in New York’u beklenmedik şekilde vurduğu o ilk günlerde, kendini ön cephede savaşırken, hem hasta kurtarırken, hem hastalarını kaybederken, hem de koronavirüsün ilk kurbanlarının hikayelerini yazarken buluyor.
Bu haftaki konuğumuz “Bir Türk Doktorun Korona Güncesi” kitabının yazarı, Top Doctor’s Dergisi tarafından 2021’de New York’un en başarılı nefroloji doktoru seçilen Sine Aras Akten. Akten’le hasta hikayeciliğinin ne olduğunu, Covid’in ilk günlerinde yaşadıklarını ve kitabını konuştuk. Sizi tanıyabilir miyiz? Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum. Yüksek lisansımı önce Suny Downstate Tıp Merkezi’nde iç hastalıklar, sonra Albert Einstein Tıp Okulu’nda nefroloji üzerine yaptım. Sekiz senedir NYC Health ve Hospitals’a bağlı hastanelerde nefroloji uzmanı olarak çalışıyorum. Yazarlık diğer bir tutkum. Hasta hikayeciliği yapıyorum. Hasta hikayeciliği nedir? Hastanın hikayesini içine gömdüğünüz edebi bir bakış açısı. Etik kurallara uyarak, gerekli izinleri alarak elbette. Sekiz senedir ‘Anlatımsal Tıp’ eğitimi alıyorum. Hasta hikayeleri üzerinden toplumu aydınlatmaya, hastalar ve doktorlar arasında empati sağlamaya çalışıyorum. Gotham Yazarlar Atölyesi’yle başladım. 2018’de NY Film Okulu’nda belgesel yönetmenliği okuyarak, hasta hikayeciliğini görselleştirmek üzere kafa yordum. Sonra benim gibi başka insanlar olup olmadığını merak ettim. Ortak bir arkadaşımız beni Harvard Üniversitesi’nde iç hastalıkları uzmanı olan yazar Susan Koven ile tanıştırdı. Bir yıl sonra Harvard’da “Medya ve Tıp” programı hayata geçti. Bu bir yıllık programa kabul edilen ilk Türk oldum. “Bir Türk Doktorun Korona Güncesi”ne gelmek istiyorum.  Kitap Mart başından, Mayıs sonuna kadarki koronavirüs salgınının New York’ta en ağır geçtiği üç aylık dönemdeki 9 hasta hikayesinden oluşuyor ve halen çalışmakta olduğum Woodhull Tıp Merkezi’nde geçiyor. Harvard’da katmanlı hikaye anlatıcılığı üzerine çalıştım. Doktor önce kendine, sonra diğer kişiye yani hastaya dönüyor. Bu hikayenin başka toplumlarda nereye düştüğüne dair sosyolojik bir çıkarım yapıyor. Misal adalet kavramı, sosyal statü vs... Aslında böbrek hastalığı hikayeleri yazacaktım, gündem nedeniyle Covid’e döndü.  Niye 9 hikaye? Bu süreçte türlü türlü ölüm gördüm, 45 ölüm raporu imzaladım. Daha fazla hikaye olabilirdi ama ailelerin izinleri yetişmedi. Acılı insanları arayıp, tekrar tekrar soramadım. Sonradan “Hastalarım dokuz canlı olsunlar,” diye dokuz hikaye fikrini sevdim.  Her hikayenin farklı bir rengi var galiba... Evet birinci hikaye siyah. Çünkü bir yeraltı hikayesi. İlk kaybettiğim hastalarımdan biri, 1967’de Harlem’de tanınan bir İtalyan mafya ailesinin mensubuydu. Ne ilginçtir ki onu morga ben ve babasını aynı yıllarda Harlem’de çete savaşlarında kaybeden hadememiz taşıdı. Kızı çok tatlı bir insandı, babasının ismini değiştirerek hikayeyi yayınlamama izin verdi. LGBTQ+ hastamın bir hikayesi var. Onun rengi gökkuşağı.

Aynı maskeyi bir hafta kullandık

Covid ABD’de nasıl başladı? Geçen yıl 27 Şubat’ta federal hükümet salgının Mart’ta yükseleceğini ama Nisan’da yok olacağını öngörmüştü. Hastane ekipmanlarını olanaklar dahilinde genişleterek, bizim sularımıza vurmasını bekliyorduk. 12 Mart’ta acil toplantı yapıldı. Bize maskeler ve giysiler dağıtıldı. Ama yeterli maske yok, N95 maskeleri bir hafta kullanılıyordu. Öngörülen gibi olmadı. Birinci gün iki pozitif hasta yattı, ilk haftanın sonunda 15, ikinci hafta 100, üçüncü hafta koridorlardan, kapı ağızlarından üzerimize öksüren insan yağıyordu, 300 kadar hasta vardı. Bizim acil servisin günlük kapasitesi 90.  Nasıl yetişiyordunuz? “Bu hasta bir gün daha solunum cihazı ya da diyaliz makinesi bekleyebilir, öbürünü alalım” diyerek... Daha iyi durumda olana tedavi önceliği veriyorduk. Ölümüne karar vermek değil elbette. Buna biz karar veremeyiz. Sadece hastanın durumunda hiçbir ilerleme olmuyorsa, aileleriyle konuşup, fikrimizi söylüyorduk. Çoğu aile de fişin çekilmesini istiyordu. Dünya üzerinde, son bir senede maalesef bunu yaşamayan doktor yok. Siz nefrologsunuz. Yine de ön cephedeydiniz değil mi? Tabii. Tüm doktorlar ön cephedeydik. Yine de yetmedi. Başka şehirlerden desteğe doktorlar, hemşireler geldi. En son Nisan’ın ortasında, vakaların en tepe noktasına ulaştığı noktada, askeri birlikler geldi. Mavi kod kalp durduğunda verilir hastanede, artık on beş dakikada bir mavi kod duyuyorduk. Mavi renkten tiksindik.  Nasıl bir ruh hali? Meslektaşlarımla göz göze bakamıyorduk. Tedavi önceliği sağlayamadığımız hastalar, hepimizi derinden etkiliyordu. Zaman geçtikçe hasta kayıplarının acısına meslektaşlarımızın kayıpları eklendi. Depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete... İyileştirmeye çalışan sağlık çalışanları, mental olarak hastalanmaya başladılar. Ben doktorluğu çok severek okudum ve yaptım ama maalesef son bir senede işimden nefret ettim. Yazmak beni iyileştirdi.  Bilinmezlikten kaynaklı korku da var değil mi? Tabii. İki küçük çocuğum var ama eğitimdeki küçük çocuğu olan, gebe olan asistanlarımı koruma refleksim vardı. İçeride yaşanan korkuyu onlara hissettirmemeye çalışıyor, onları hasta odalarına mümkün mertebe sokmuyordum. Hani savaşta bomba düşer, sesinden kulaklarınız sağırlaşır, duymazsınız bir süre, öyle sağa sola koşturuyorduk. Elimizde bilgi az, Trump yönetiminin içindeyiz, desteğimiz yok, korku var ama yapmak zorunda olduğumuz bir iş de var ve tüm gücümüzle ona odaklandık. O ilk günlerde Covid geçirmişsiniz.  Evet. Alt kat komşum moral olsun diye eve en sevdiğim nergis çiçeklerinden yollamış. Eşime dedim ki; “Bu nergisler de bir garip artık, kokmuyor.” Koktuğunu söylediği an “Odadan çık” dedim. Nefes darlığı hissediyordum ama stresten, anksiyeteden olduğunu zannediyordum. Bir bavul yapıp, eşimi ve çocuklarımı evde bırakıp, iki buçuk aylığına yazı yazdığım stüdyoya yerleştim. Bu arada işe devam ettim. Hasta görüyorum, arada oksijen veriyorlar, sonra çalışmaya devam ediyorum. İşten stüdyoya geldiğim bir gün kitabı yazmaya başladım ve o iki buçuk aylık sürede bitirdim. Çocuklar ve eşim stüdyoya dışarıdan gelip el sallıyordu. Hala daha çocuklarıma tedirginlikle sarılıyorum. Hala daha yıkanırken derimi yüzecek gibi oluyorum. Aşılarımızı olduk, negatifiz biliyorum ama o izolasyon arızası kaldı.  Kaybettiğiniz doktor arkadaşınız oldu mu? Tabii... Amerika’da 3000’den fazla sağlık çalışanı öldü. Ama beni en çok etkileyen Virginia’da yaşayan, öğrencilik yıllarımdan tanıdığım bir doktor arkadaşımın, kimseye yardım edemediğini düşünerek, çaresizlikten intihar etmesi oldu...  Hayatta sevindiğiniz şeylerin kriterinin de değiştiğini söylemişsiniz. Evet. Hemşire bir arkadaşımın annesi yatıyordu hastanede. Durumu ağırdı. “Ölecek ama en azından kızı yanındayken ölecek” diye seviniyordum. Hastalarımızın çoğu o kadar yalnız öldü ki, bu bile teselli olmuştu ama öyle olmadı. Ölürken tesadüfen yanında ben vardım. Kanser hastasıydı. Entübe edilmek istemediğini önceden belirtmişti. Nefessiz kalmasın diye morfin veriyorduk. Son anları olduğunu biliyordum. Benden bir bardak su istedi. Bir yudum içti. Suyu geri verdi. Eli elimden kaydı. Çok zor olmalı. Bir ruhun elinizden çıkmasına tanıklık ediyorsunuz. Bu hastamla bağ kurmuştum. Ölümünden sonra iki üç gün uyuyamadım. Konuşan hasta sevmiyorum, duygu yüklerini size bırakıyorlar. O duygusal bağ kurulduğu an ise benim hikayelerim oluyorlar. Ben de onları merak etmeye başlıyorum. Bir yandan not alıyorum. Aldığı tanıyla geçmişteki hikayesini bağdaştıran unsurlar arıyorum. Kitap “Lanetin Nimeti” diye başlıyor. Nedir Lanetin Nimeti? Covid çıktığında sık sık kendimizi “Ne biçim bir lanetin içindeyiz” derken bulduk. Hepimizde önce bir inkar ve sonra kabullenme oldu. Kabullenince yaşamak kolaylaştı, nimetleri fark etmeye başladık. Karşılıklı kahve içebilmek, sarılabilmek hep nimetmiş. Ben insanların idraka geldiği yeni bir dünya bekliyorum. Herkes basit yaşamanın, kendi kendine yetebilmenin keyfine varıyor.