28 Mart 2024, Perşembe
16.07.2021 04:30
Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli

Muhafazakar=Doğu, Modern=Batı mı?

Bizde insanlar gündelik hayatını sürdürürken bile sürekli bir Doğu - Batı gerilimi yaşarlar. Bazen kuşak çatışması biçiminde, bazen aile yakınları arasında bile ortaya çıkan farklı yaşam tarzlarında, bazen politik tavırlarda, birçok konudaki iletişimde insanlarımızın karşısına sürekli bu mesele çıkar. Kültür sanat alanında çalışma yürütenlerin ana temalarından biridir bu. Yaklaşık 300 yıldır bir Batılılaşma süreci içindeyiz. Zaman zaman geriye dönüşlerle devam eden bu gidiş üzerine düşünmek, sanırım bugünkü toplumumuzu ve tarihimizi anlamak için önemli. 2000’lerin başından beri iktidarda bulunan AKP döneminde, bu zikzaklı süreçte Batı’dan uzaklaşma eğilimini yaşıyoruz. Yine de tüm devlet gücüne, çok kararlı bir hükümete, tek yanlı büyük medyaya, tamamen kontrol altına alınan eğitim sistemine rağmen, halkı Batılı tarzdan büsbütün uzaklaştırmayı başaramadılar. Konuyu ilerletmeden önce bir soru üzerinde durmamız gerekiyor: Modernleşme ya da Batılılaşma dediğimiz zaman neyi anlayacağız? Bu konuda dünyanın başka yerlerindeki insanlara göre tuhaf bir durumumuz var. Diğer toplumlarda, “gelenek ve modernlik” konusu bizdeki gibi “Doğululuk-Batılılık” meselesiyle iç içe geçmiş değil. Türkiye’de gelenek Doğu demek, modernlik ise Batı. Dolayısıyla Doğu-Batı çekişmesi, aynı zamanda gelenek-modernlik kavgası da olduğu için daha şiddetli yaşanıyor bizde. Mesela gelenekçi bir Batıcı olamaz. “Türkiye’nin geleneklerini savunuyorum, Batıcıyım.” Böyle bir şey yok. Doğucu olmak zorunda o. Almanya’da ya da Britanya’da, Fransa’da modernleşmek dendiği zaman kimse bunu Batılılaşmak diye anlamaz. Zaten Batıdır kendisi. Aynı biçimde gelenek de Doğu demek değildir. Muhafazakârı da moderni de aynı coğrafyanın, aynı kültürün insanıdır. Kimine Royalist, kimine Cumhuriyetçi vs. derler ama kimse kimseye Doğulu ya da Batılı demez. Bizde, sanırım modernite kendi dinamikleriyle değil de birtakım reformlarla gelişince Batılılaşma olarak adlandırılıyor. Bu adlandırma da yaşanan sürecin olumsuz olarak algılanmasına neden oluyor. Batılılaşmak bizim dışımızda, bize benzemeyen birilerini taklit etmek anlamına geliyor. İster istemez bir hiyerarşi de yaratıyor. Üstün olan, taklit edilmesi gereken tarafla eksik olan taraf. Bu, hep gerilimli bir ilişki tarif ediyor. Oysa modernleşme diye adlandırıldığında tek başına olumsuz bir anlam ifade eder miydi? Hayır! Şuna bakmak lazım: Bazı müdahaleler gerekse de ortaya çıkan bir modern hayat var ve bunun Batılılaşma ile ilgisi yok. Modern kentli hayatın ve ekonominin getirdiği bir tarz bu.

ÜSTÜN BATILILAR SÖYLEMİ

Rönesans, Aydınlanma, Marksizm, insan hakları... Son yüzyıllara baktığımızda insanlığın en önemli değerlerinin kaynağı olarak Batı’yı görüyoruz. Kendi iktidarlarına, ırkçılığa, Nazizm’e karşı güçlü mücadeleler verildi, sosyal devlet anlayışı geliştirildi. Bunlar elbette tüm insanlığın kazanımı. En azından kısmen. Ama daha geniş bir açıdan ve uzun bir tarihsel perspektiften baktığımızda, “Üstün Batılılar” diye bir şey söz konusu olamaz. Mesela 10-12’nci yüzyıllarda Bağdat dünyanın en büyük kültür merkeziydi. Bin tane satranç salonu vardı ve aynı zamanda satranç okuluydu bu salonlar. Oradaki hocalardan en ünlüsü, Es-Sûlî. Türk asıllıdır, Ebu Bekir Bin Yahya Es-Sûlî. Dünyada ilk satranç kitabını yazmıştır. Bu el yazması kitap Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Es-Sûlî’nin hazırladığı bir de satranç problemi vardı. “Es Suli’s Diamond” adıyla bilinir. Bin yıl çözülemeyeceğini iddia etmişti. Sahiden de öyle oldu. Daha yeni, Danimarkalılar bir bilgisayar programı aracılığıyla çözdüklerini açıkladılar. Bağdat kütüphanesi, yani Darülhikme çok zengindi. Önceki kuşakların bütün kitapları toplanmış, Yunan el yazma eserleri, Yunan filozofların ve bilim insanlarının yapıtları Arapçaya çevrilmiş, yine elyazma biçiminde elbette, orada tutuluyordu. O sırada Batı’da ise karanlık bir dönem yaşanıyordu. Bu kütüphane ve buralardaki kültür sanat ortamı, Yunan felsefe kaynaklarının Batı’ya ulaşmasında, onların kaybolmamasında önemli bir işlev yerine getirdi. Harun Reşid devrinde kudretli vezir Cafer El Bermeki, dünyanın ilk kâğıt fabrikasını kurmuştu. Kağıdı bulan değil, fabrikada üreten Abbasi halifeleri devridir. Ne var ki 1258’de Moğollar geldi, bu medeniyeti yakıp yıktılar, zenginlikleri yok ettiler. *** Dünyanın en büyük sorunu olan, insanlığın enerjisini, yaratıcılığını emen, ekonomileri zora sokan Doğu/Batı zıtlığı hiçbir ülkede bizdeki kadar vahim durumda değil. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’yi ziyaret eden Fransız yazar Georges Duhamel Türkiye için “Doğulu ülkelerin en Batılısı, Batılı ülkelerin en Doğulusu” demişti. Belki de en doğru tanım budur ama Doğu’ya göre Batılı, Batı’ya göre Doğulu sayılmamız da kimlik sorunumuzu çözmüyor. Çünkü ortada homojen bir toplum yapısı yok. İçimizde Doğulu da var Batılı da. İstanbul’un herhangi bir apartmanında Priştineli bir aile ile Mardinli bir ailenin komşuluğu hiç de şaşılacak bir durum değildir. Belki de alt katta Arap kökenli, üst katta Kürt, aynı katta Ege Bölgesi doğumlu, Azeri, Ermeni bir aile yaşamaktadır. Hiç de ender rastlanan bir durum değildir bu. Komşuların geleneksel müziği, dansları, yemek kültürleri farklıdır. Bugün Batı’da kime Boşnak ile Haleplinin ortak noktasını sorsanız size, hiçbir ortak noktası yoktur derler. Oysa bu insanların aynı binada yaşaması bizim gündelik gerçeğimizdir. Ama bu ailelerin kültür farkı yüzünden birbiriyle çatışması da olağandır. Osmanlı’yı parçalayıp bölüşmek için birbirine girmiş büyük devletlerin kışkırtmalarıyla yaratılmış ve etkisi devam eden saçma düşmanlıklar yüzünden suçlamalar, ötekileştirmeler de devam ediyor. Bu ülke “Muhafazakârlık eşittir Doğu, modernite eşittir Batı” çıkmaz sokağında takılıp kalmış durumda. Bu durum başka ülkelere benzemeyen özel bir çözüm gerektiriyor. Biz aynı zamanda Akdenizliyiz, Karadenizli, Kafkas, Balkan ve Mezopotamyalıyız. Deneyimlerim, okumalarım ve mücadelelerim bana gösterdi ki ne kadar uğraşırsak uğraşalım Hıristiyan Batı’nın sindirerek içine aldığı, kendinden saydığı bir ülke olamayız. Buna karşılık bir zamanların parlak Batı’sını da yaratmış olan ama sonraları onların da azar azar vazgeçtikleri değerleri benimseyerek kendimize imrenilecek bir uygarlık kurabiliriz. İlle de bir kampa mensup olma ihtiyacını kendi içimizde gidermenin yollarını bulabiliriz.

BÜYÜK DEVLET MENSUBİYETİ

Tabii burada şöyle bir sorun çıkıyor: Mesela ABD’yi oluşturan herkes kendisine Amerikalı denmesini istiyor. Başına Afrika vs. gibi köken belirten bir tanım da koysa kimse Amerikan kimliğinden çıkmak istemiyor. Fransa’da ve İngiltere’de de durum aynı. Burada devreye, “Büyük devlete mensubiyet eğilimi” giriyor elbette. Eğer kapsayıcı kimliğine ihtiyaç duyduğunuz devlet dünyada güçlüyse, etnik kökeninizi aşacak bir saygınlık sağlıyorsa, yurttaşları arasında pek ayrım da yapmıyorsa, elbette her yurttaş o kimlikle anılmayı tercih edecektir. Tersi durumda ise hiç kimse zayıf ve sevilmeyen bir devletin adıyla anılmak istemiyor, farklı bir kimliğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bir zamanlar Osmanlı bir dünya gücüydü ve aynen Amerika’da olduğu gibi herkes kendisine Osmanlı diyordu. Birine farklı bir biçimde seslenmek onur kırıcıydı. Fatih’in sadrazamı Mehmed Paşa Rum’du; Donanma Komutanı Barbaros Hayrettin Paşa da ana tarafından Rum; büyük Sadrazam Sokollu Sırp; Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Hatun Kürt; III. Murad’ın annesi Nurbanu Hatun Yahudi; Başmimar Sinan devşirme; Girit İsyanı’nı bastırmak üzere Abdülhamid’in gönderdiği ve bizi Berlin Konferansı’nda da temsil eden Karatodori Paşa Rum; Londra Sefiri Musurus Paşa Kostaki; Ermeni nazırlar, sefirler ve daha binlercesi sayılabilir. Bu şahsiyetlerden hangisine sorsan büyük bir onurla “Ben Osmanlıyım” derlerdi ve gerçekten öyleydiler. Ta ki Batı, içimizdeki bütün etnisiteleri ve inanç gruplarını birbirine düşürüp isyanlar ve iç savaşlar çıkarana kadar. Bu konuya devam edeceğiz.