20 Nisan 2024, Cumartesi
13.08.2021 04:30

Özgürlük sana kadar değil ölene kadar

Yakınlarımızda, gözümüzün gördüğü yerde hiçbir kötü şeyin olmadığı, sıradan ve bu sıradanlığı yüzünden mucize sayabileceğimiz bir pazar günüydü. “Suyla uzlaşmak, ona teslim olmayı bilmek gerek” diyordu İlkben.  LİMANevİ Otel’in alt katında, pencere önünde oturuyorduk. Güzel bir sabah rüzgârı deniz kokusunu alıp alıp içeri getiriyordu. Denizle kucaklaşamayan biriyim ve bu İlkben’i şaşırtıyordu. Karabuğday unundan poğaçalar yapmıştı. Her zaman birbirinden güzel şeyler yapar zaten. Ne zamandır da çıkmamıştı denize. En çok o seviniyordu benim için. “Bak çok seveceksin yelkenliyi, yeter ki bir öğrenmeye başla” diyordu.  Yelkenli ve özgürlük sizde de birbirlerini tamamlayan bir nesne ve düşünce, değil mi? Bazı nesneler bazı kavramlarla çift yaşıyor bende. Mesela mavi bir bisiklet ve mutluluk. Soba ve miskinlik. Yağmurluk ve hüzün. Kahve fincanı ve merak. İlkben yelkenli bir teknede çok mutlu olacağımdan emin. Bense mutluluktan çok özgürlük çağrıştırdığını düşünüyorum. Yelkenli bir teknede yaşamak heybetli bir özgürlük savaşçısı olmayı gerektiriyor sanki.  Sahi, yelkenli kullanmayı öğrenebilir miyim? Hiç bilmediğim bir şeye, bir işe başlayabilir miyim? Yapabilir miyim gerçekten? Heybetli bir deniz insanı olabilir miyim? LİMANevİ’nden çıkıp tekneye doğru yürürken İlkben sanki beni duymuş da soruma yanıt verir gibi, dört odalı otel LİMANevİ hayata geçtiğinden beri yelkenliyi, yarışmayı, yorulmayı özlediğini anlatmaya başlıyor. Kurumsal hayattan sonra Urla’da yelken ve deniz için yaşamayı hayal ederken İskele mahallesinde limandaki eski balıkçı evlerinden birinin satışta olduğunu, eşi ile birlikte evi görmeye gittiklerini ve hemen bitişiğindeki evin de satılık olduğunu öğrenince, iki evi alıp birleştirmeye karar verdiklerini, sonra da hiç akıllarında yokken otelciliğin başladığını, bir gün bir küçük otel işleteceğini hiç düşünmediğini.... Olabilir yani? Hiç bilmediğim bir işe başlayabilirim. Hiç bilmediğim bir yola girebilirim. Denizle uzlaşabilirim.

İlkben ve Akif Sezer, Urla’da ayakta kalmayı başaran son üç dört balıkçı evinden ikisini tekrar hayata döndürdü. LİMANevİ böyle doğdu.
İlkben ve Akif Sezer, Urla’da ayakta kalmayı başaran son üç dört balıkçı evinden ikisini tekrar hayata döndürdü. LİMANevİ böyle doğdu.
Rüzgârın ve denizin kızı İlkben, eşi Akif ve genç milli yelken sporcumuz Kaan’la tekneye atlıyor ve Urla limanından çıkıyoruz.  Urla’yı, İskele’yi, Batis’in Kahvesi’ni ve sıra evleri ilk kez denizden görüyorum. Şu kasabaya taşındım taşınalı her köşeyi, her taşı onların gözüyle görmeye, anlamaya çalışmak bir alışkanlık oldu. Onlar kim? Yorgo Seferis, Necati Cumalı, Tanju Okan...  Zihnimde yine Seferis’in özgürlük bildirisi dönüyor. Geçen hafta yazdığım yazıya gelen olumlu olumsuz tepkiler sonrasında dönüp bir daha okudum. Bir daha okudum.  Çünkü... Çünkü ben her şeyi bırakıp buraya geldim sanıyordum. Bir daha konuşmayacak, bir daha karışmayacaktım hiçbir şeye. Ege’de sakin sessiz hayatıma devam edecektim. Bir daha kavgaya girmem, âşık olmam, kahkaha atmam, hırslanmam, bağırmam, isyan etmem, delirmem sanıyordum. Annem onca kavga verdi, hırslandı, siyasette, pratikte savaştı da ne oldu? Bak şimdi hiçbir şey bilmeden, anımsamadan yatıyor, ne boş hayat diyordum. Kilo almışsın vermişsin, ne değişir, ha mantı yedin ha salata, kim ölmedi ki diyordum. Bu anlamsızlık içinde akıp gidecek günler, ne yeni bir şey öğrenmeye ne eskiyle dövüşmeye halim kaldı sanıyordum. Ama hayat bu, böyle bir şey. Seni kaçtığın kovalıyor. O karar vermeden oyundan çıkamıyorsun. Sen kafanı çevirsen o omzunu dürtüyor. Sen gözünü yumsan seni ateşlere salıyor. Sen denize de kaçsan o peşinden duman olup geliyor. Ben diyor, ben buradayım. Ben bitti demeden bitmez. Bitmiyor.  Kafanı çeviremez, gözlerini yumamazsın daha fazla. Bu yüzden benden önce yaşanmış, kayıt edilmiş tüm hayatlara bakıyorum. Bana benziyor mu? Ben benziyor muyum onlara? Daha önce kaç kez yaşanmış bütün bunlar? Daha önce kim kaç kez usanmış? Kim beklemiş? Kim yeniden başlamış? Kim direnmiş? Kim vazgeçmiş? Okudukça okudukça, bugün de, bugünden sonra da yaşanacak, anlıyorum.  Yelkenler rüzgârla doluyor, Karantina Adası’nın diğer tarafına dönüyoruz. Ada kapalı. Giriş yok. Yanaşmak mümkün değil. Üzerinde büyük bir inşaat var. Bir tesis, bir ev, bir köşk? Ne inşa ediliyor? Kim izin almış acaba? Ne yapılıyor? Birilerinin mi yine? Çeşmealtı’nda sahilde dev bir site daha yapılıyormuş. Apartmanlar dikiliyormuş o minik bungalovların yanına. Maden için aramalar da tamam. “İzin var” diyor hepsi. “İznim var.” Birileri kazıyor, kaldırıyor, kesiyor, binalar, taşlar döşüyor. O birilerine her izin var. Her yerde var. Olabiliyor. Oluyor. Akif Bey, İlkben ve Kaan midemi bulandıran, avurtlarımı sıkmama neden olan düşüncelerimden habersiz, yelkenlerle uğraşıyor, çıplak ayakları ile teknenin içinde çalışıyorlar. 
İlkben ve Akif’in ortak tutkusu deniz ve yelken... Aslında karanın değil denizin insanı ikisi de...Deniz deyince ikisinin de gözleri parlıyor.
İlkben ve Akif’in ortak tutkusu deniz ve yelken... Aslında karanın değil denizin insanı ikisi de...Deniz deyince ikisinin de gözleri parlıyor.

Seferis’in satırları

Dişlerimi sıkmaktan kırıyordum geceleri. “Boyun fıtıklarının nedeni de bu” diyordu doktorlarım. Hepsi geride kaldı. Hepsi. Hepsi İstanbul’da, o eski hayatımda, o kalabalığın vahşi varoluş kavgasında kaldı. Artık dişimi sıkmak istemiyorum geceleri. Değiştiremeyeceğime inandığım şeyler yine bir nefes olup ciğerime doluyor. Şişiyor içim. O nefesi vermek istiyorum ama veremiyorum. Gözlerimi yumup rüzgâra dönüyorum yüzümü bir daha. Seferis’in satırları bir daktilo sesi eşliğinde tıkır tıkır akıyor gözlerimin  önünden: Yıllar önce, ülkemin siyasal olaylarının dışında kalmaya karar vermiş, bunun neden ve gerekçelerini açıklamıştım. Ama bu, ülkemizin siyasal yaşamına kayıtsız kalacağım anlamına gelmez kesinlikle. Son zamanlara kadar da bu türden sorunlardan uzak durmaya çalıştım. Ancak, 1967 yılından bu yana yazdıklarım ve daha sonra aldığım tavır (özgürlüklerin ortadan kaldırılmasından sonra bütün yayınlarımı durdurdum) konumumun ne olduğunu sanırım açıkça göstermiştir.  Yangın sadece ormanda değil ki, aklımız, anılarımız, geleceğimiz alev alev yanıyor. Şu yelkenli alıp kaçırmıyor kimseyi. Ama zihni açıyor. Aklı açıyor. Ferahlatıyor duman altında nefessiz kalmış ciğerimizi. Yelkenli ve özgürlük imgesi daha da büyüyor içimde. Seferis’in zihnimdeki daktilo sesi devam ediyor:  Bozukluk ve mantıksızlık sürdükçe, kötülük de katlanarak büyüyecektir. Her türlü siyasal bağlanmalar karşısında tamamen özgür ve bağımsız bir insanım ve bu gerçeği hiçbir tutku ve korkuya kapılmaksızın söyleyebilirim. Ülkemize egemen olan baskının bizi götürdüğü önümüzdeki uçurumu görüyorum. Bu doğal olmayan durum sona erdirilmelidir” Yelkenli hızlanıyor. İlkben yanıma oturuyor. Genç Kaan güneşe veriyor göğsünü. Tatlı bir cesaret geliyor bana. Böyle nasıl anlatsam, hızla büyüyen bir çiçek gibi. “Dümeni tutmak ister misiniz?” diye soruyor kaptan Akif. “Tamam” diyorum.  “Tamam tutarım. Elbette tutarım. Tutmalıyım. Ne denizden korkmalıyım ne rüzgârdan. Ne topraktan ne yağmurdan. Tabii ki tutarım ben bu dümeni. Öğrenirim. Halatları toplamayı, düğümlerin isimlerini, hız yapmayı, hızı kesmeyi, bütün terimleri...” İlkben’le aramızda kimsenin görmediği bir iletişim hattı var sanki. Ben sormadan bakışımdan, yüzümden, kapalı gözlerimden anlıyor belki de. Bir gözü ufukta, tatlı tatlı anlatıyor. “İnsan çocukluğunda biriktirdiği anılarıyla bir gün bir bakmış ki yeni bir hayat kurmuş; küçükken sevdiğin her ne varsa yani evcilik oynarken ne role büründüysen, büyüyen sen de aynı rolü üstleniyor. Aslında varmak istediğimiz nokta da yine küçüklükten kalma o güzel anılar... Denizci olmak yıllar içinde insana farkında olmadığı katkılar sağlıyor. İş hayatının teatralliği, rolleri ve kapitalist düzenin kurduğu sistem hepimizi benzer standartlara itti. Ama deniz var ya, insanı bir o kadar harbi, doğal ve gerçek kılıyor. Etrafın deniz, önünde rüzgâr, sırtını da dağlara dayamışsın; artık kimse seni kalıplara sokamaz.” Gülümsüyorum. İyi geliyor anlattıkları. İçimdeki o çiçekten cesaret büyüyor. “Sonra ne oluyor, biliyor musun? Bir o kadar da sert köşelerin törpüleniyor; inanılmaz bir teslimiyet, uyum ve hayranlık gelişiyor doğanın gücü karşısında. Teknede yaşamak her ne kadar lüks gibi görünse de çok dengeli bir minimalistlik ve mütevazılık ister. Her şeyi idareli kullanmalısın. Samimiyetle doğaya saygı, seçimlerin efektif yapılması, bir sonraki adımı planlamak kendiliğinden gelişen bir alışkanlığa dönüşür. Aslında biliyor musun, bir dergâh gibi tekne; hem ruhsal olarak hem de fiziksel olarak kendini fark etmeden geliştirdiğin, olgunlaştırdığın bir dergâh. O yüzden hayatının bir döneminde denizle karşılaşan herkesi şanslı sayıyorum.” Doğru… Tekne uzun uzun düşünmek için, olup biteni anlamak, kendinle de hesaplaşabilmek için eşsiz bir mekân. Bir koya giriyoruz o sıra. İlkben yemek için hazırladıklarını teknenin küçük masasına yerleştiriyor. Kâsedeki minik domateslere bakıyorum. Gülümsüyorum. Bir önceki hafta yangının ardından yazdığım yazıya okumadan yorum yapan, okuyup anlamak istediği yerden seslenen, anlayıp bütününden kucaklayan binlerce insana gülümsüyorum aslında. Ve arkadaşlarıma.  Yazının yayınlanmasından birkaç gün sonra hazırladığım kahvaltı masasına doğradığım yaz domateslerini koymuştum. Biraz tuz serpmiştim. Kahvaltı sofrasında dört kişiydik. Kızım domatesleri çok tuzlu buldu. Arkadaşım Zuhal tuz ilave etti. Diğer arkadaşım Bicil ise benimle aynı fikirdeydi, tuz yeterliydi. Kahvaltıda kavga çıkmadı. Kimse tuz üzerinden birbirine hakaret etmedi. Ne ben Zuhal’in eczacılığını sorguladım ne de Zuhal benim romancılığımı. Bicil taze ekmeği domatesin üzerindeki zeytinyağına banarken mırıldandı. “O başlığı atarken ne olacağını biliyordun. Özgürlük teknesini limandan çıkardın. Artık denize açılmadan geri dönemezsin. Bence zaten sen bunu hep istiyordun.” Zuhal gülümsedi. “Sadece dinleniyordu. Hiçbir zaman vazgeçmedi ki.” Haklıydılar. Ateş, su, toprak… Birbirine muhtaç, birbiriyle bütün. Geçen hafta attığın başlık bizi birleştirmiyor, ayrıştırıyor diyen dostum… Aklıma gelmişken… Sen sadece senin istediğin yerde birleşelim, senin uygun gördüğün ölçüde özgürleşelim istiyorsun. Oysa özgürlük rüzgârı nasıl karşılarsan sana o kadar yol aldıran bir yelkenli. O yüzden limana herkes aynı anda varamıyor. Özgürlük sana kadar değil, vallahi ölene kadar.
İlkben ve Akif Sezer, zaman zaman yelken yarışlarına katılıyor.
İlkben ve Akif Sezer, zaman zaman yelken yarışlarına katılıyor.

Urla LİMANevİ 

Limani: Denizden gelenlerin ve denize gidecek olanların yaşadığı yer.  Liman evi: Denizden geleni bekleyenin yeri.  Küçük yan yana sıra evler. Birbirine bitişik. Omuz omuza. Denize giden balıkçıların geride kalan kadınları ve çocuklarının birbirine tutunuşu gibi yaslanmışlar birbirlerine. Yıllar geçmiş. Kimi gitmiş bir daha dönmemiş, kimi o limanda yaşlanıvermiş.  Kuzey ülkelerinde rengârenk boyanan bu küçük balıkçı evlerinin pencereleri Akdeniz’e indikçe hüzünlü bir hikâye anlatır sanki. O pencereler o sıra evlerin merak ve endişeyle denize bakan gözleridir. Çok savaş, çok fırtına, çok giden, çok ağlayan gördükleri için belki de.   Urla’da hayatta kalmayı başaran son üç dört evden ikisini İlkben ve Akif tekrar hayata döndürmüş birkaç yıl önce. İki evin arasındaki duvarı yıkmışlar ve birbirine kavuşturmuşlar. Beyaz duvarları, küçük pencereleri tebessüm ediyor ziyaretine gelenlere. Hüzün değil, heyecan ve huzur salıyor. Şimdi dört odalı bir liman oteli LİMANevİ. İlkben’in hancı değil, yolcu iken iki beklentisi olurmuş konaklama yaptığı yerlerden. Rahat bir yatak ve kusursuz bir kahvaltı. Bu arada ne İlkben otelci ne de eşi Akif. Biri eski bir profesyonel yönetici, diğeri emekli bir hekim. Tutkuları yelken. Deniz. Rüzgâr. Liman. Aslında karanın değil, denizin insanı ikisi de. İkisinin de gözleri parlıyor deniz dedin mi. Otel işi nasıl başladı, ne oldu, nasıl gelişti, ikisi de anlamamış aslında başta. İstedikleri tek şey o iki eski balıkçı evini kurtarmakmış. Sonrası hakiki bir mücadele.  Yaşadığı yere, dünyaya, ülkesine bir değer bırakmak, eski ve kıymetli olanı hayata yeniden katmak için mücadele eden herkesin başına geliyor sanırım. İşi kuralına uygun yapmak, yasal süreci takip etmek için uğraşanlardan hep benzer sözler duyuyorum: “Yıllar sürdü bu mücadele. Hani neredeyse bizi caydırmak için uğraştıklarını düşündük. Olmadık yasal engeller, bezdirmeler, vazgeçin çok para harcadınız diyenler... Fakat başlamıştık bir kere. Tarihi bir ödevdi artık o evleri yaşatmak. Belki lüks iki ev yapılırdı bu iki küçük ev için harcanan zaman ve parayla. Ama bu mutluluğu vermezdi” diyor Akif Sezer.    “Bu sıra evler dünyanın hemen hemen tüm limanlarında vardır. Eskiden Rum balıkçılar motor olmadığı için balığa çıktıklarında günlerce dönmüyorlarmış. Bu sebeple ailelerini, eşlerini ve çocuklarını uzun günler yalnız bırakmamak için komün bir şekilde yaşanan, yan yana sıralanmış liman evlerinde birbirlerine emanet ediyorlarmış.  İzmir ve çevresinde de Foça, Mordoğan, Çeşme ve Urla’da az sayıda kalmış örnekleri şu an itibari ile dışarıdan bakıldığı zaman orijinal kimliğini kaybetmiş. Biz de denizci bir aile olarak, Urla İskele’deki 3 adet liman evinin ikisini orijinaline sadık kalarak 5 yıl süren bir emekle inşa ettik. Anıtlar Kurulu iş birliği ile yüksek mimar Salih Seymen danışmanlığında, aslına bire bir uygun şekliyle restore edildi evler” diyerek devam ediyor eşi İlkben. Denizi, tekneyi sevdiği gibi seviyor LİMANevİ’ni. “Otelimiz değil, konuk evimiz” diyor hep. “150 yıl öncesinin Rum balıkçılarına ev sahipliği yapmış, mübadele ve sonrasında da Türk balıkçıları misafir eden bu evlerin şimdiki dönemde konuğu olmak ve bu geleneği devam ettirmek yelkenci ve denizci bir aile olarak bize nasip oldu. Adını da orijinaline sadık kalarak LİMANevİ koyduk. Duvarlarımızı yarış fotoğraflarımızla süsledik. Konaklayan tüm misafirlerimizle bire bir ilgilenip çok güzel dostluklar kurduk ve belki yeni denizciler oluşmasına minik de olsa bir katkı sağlamaya devam ettik. Rezervasyon ile hazırladığımız günlük balıklar ve yöresel lezzetlerimiz bu sohbetlere hep eşlik etti. Menümüzde bottargalı erişte, levrek ile yapılan Urla güveci, avokado soslu karides, gravyerli meyveli salata, karabuğdaylı sebzeli tereyağlı ekmek ya da zeytinyağlı sarımsaklı ekmek, tatlı olarak pavlova ve tabii ki Urla Bağyolu rotasının şarapları var.”