19 Nisan 2024, Cuma
07.05.2021 06:00

Sayfalara sığmayan anneler

Bazı romanlardaki anne karakterleri o kadar iyi yazılmış, o kadar etkileyicidir ki, sanki tanıdıktır. Anneler Günü vesilesiyle sayfalara sığmayan o kadınları hatırlayalım

Nermin Yıldırım’ın ilk romanı Unutma Beni Apartmanı, 43 yaşındaki Süreyya’nın onu bebekken terk eden annesinin sesini yıllar sonra telefonda duymasıyla açılışını yapar ve bireysel bir anne-kız öyküsü üzerinden toplumsal yakın tarihimizi de irdeleyen bir öyküye doğru uzanır. Süreyya ve annesinin sesleriyle paralel bir anlatımla ilerleyen hikâye bize “Aslında annelik nedir? Çocuk sahibi olan her kadın annelik vasıflarına sahip olur mu?” gibi sorular sorar öncelikle. Ve tüm kutsal kitapların ilk başlangıç harflerinin en kutsal olması misali, Yıldırım da romancılık kariyerinin ilk harfi olarak anneliğin ‘a’sını seçmiş olur bir anlamda. Annelik ve aile meseleleriyle karar ilk hamurunu ve kendinden sonra gelen hikayelere de bu ilk hamurdan çıkardığı mayayı çalmaya devam eder adeta. Elif Şafak’ın anne olduğu senede geçirdiği doğum sonrası bunalımını anlattığı, aynı anda hem anne hem de yazar olmanın güzelliklerinden ve zorluklarından bahsettiği otobiyografik eseri Siyah Süt, 2007 yılında yayımlandığında çok konuşulmuştu. Ebru Öjen de son romanı Lojman’daki ezberleri bozan anne karakteri ile son dönemde dikkatleri üstüne çekti. Çocuklarını hayatının merkezi gören kutsal anne arketipini alaşağı ederek, okurunu ters köşeye yatıran, toplumsal rolleri ve özellikle de annelik kavramını sorgulayan, cesur ve aykırı bir roman LojmanThe New York Times kitap eleştirmenleri tarafından 2018’in en iyi kitaplarından biri olarak gösterilen Annelik, Sheila Heti’nin çocuk sahibi olmaya dair cesur bir romandır. Sheila Heti’nin otuzlu yaşlarının sonuna yaklaşan anlatıcısı ‘Anne olmalı mı yoksa olmamalı mı?’ sorusunun yanıtını ararken, bir yandan da benliğiyle bir hesaplaşmaya girer. Yetişkinliğin en önemli kararına varmak için felsefede, bedeninde, mistisizmde ve şansında çare aradıktan sonra cevabı eve çok yakın bir yerde bulur.

Kızlarla sancılı ilişkiler

Edebiyatta anneler ve kızları gerçek hayatta da olduğu gibi biraz sancılı bir konu… Genelde aşk ve nefret ilişkisi üzerinden yürüyor. Bakınız Sylvia Plath’ın neredeyse kendi depresyonunun ana mimarlarından biri olan annesiyle ilişkisini yansıttığı Sırça Fanus romanı… Ya da Maya Angelou’nun tamamen annesiyle olan ilişkisini anlattığı ve küçük bir çocukken nefret ettiği ancak yıllar içinde en sevdiği varlık ve dostuna dönüşen annesiyle olan inanılmaz bağını okuduğumuz Annem ve Ben ve Annem adlı anı-biyografi çalışması… Öte yandan anneler ve kızları denilince hayatlarının en büyük amacı kızlarını ‘hayırlı bir kısmetle evlendirmek’ olan anneleri de atlamamalıyız. Bu türün akla ilk gelen örneğiyse kuşkusuz Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı’sının ana kahramanı Elizabeth’in kızlarını evlendirmeyi takıntıya dönüştürmüş annesi Mrs Bennett oluyor. Bizden bir örnek vermek gerekirse Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’taki entelektüel kadın kahramanı Aysel’in, okuma aşkıyla yanıp tutuşan kızını ev kadını yapmaya aklını takmış olan annesini sayabiliriz. 

Oğullar ve hiç bitmeyen Oedipus kompleksi

Freud ne der? “Her çocuğun ilk aşkı karşı cinsteki ebeveynidir.” Peki, edebiyatın bu kurama olan karşılığı nedir? Tabii ki Yunan mitolojisindeki babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus… Ve tüm bir edebiyat tarihini rahatlıkla bu Oedipus kompleksi üzerinden okuyabiliriz. Annelerini neredeyse bir âşık gibi taparcasına seven oğullar, annesi yüzünden babasına düşman olan oğullar ya da anneyle yaşanan bu saplantılı sevgi ilişkisi yüzünden tam tersi bir şekilde anneye karşı özel bir nefret duyan oğullar… Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin anlatıcı kahramanı çocukken annesine öylesine düşkündür ki uyumadan önce ondan ayrılmayı adeta bir sevgiliden ayrılma acısı denli yoğun yaşar. Philip Roth’un hemen tüm eserlerinde ise oğluna aşırı düşkün anne ile onun takıntılı sevgisinden hem kaçan hem de bağımlılık duyan erkeklerin maceralarını izleriz. Ancak bu neredeyse hastalıklı takıntı özellikle Portnoy’un Feryadı’nda zirveye varır. Büyüme çağındaki bir Yahudi gencinin kendi cinsel sancıları ile annesinin demir pençesi arasında sıkışmasını müthiş bir mizah eşliğinde dile getiren Roth, belki de edebiyatta anneler ve oğulları üzerine söylenebilecek tüm özellikleri tek bir romanda gerçek bir ‘feryat’ olarak dışa vurmuş olur. Ve geldik edebiyat tarihinin belki de en saplantılı anne-oğul hikayelerinden birine… D.H. Lawrence’ın otobiyografik özellikler de taşıyan Oğullar ve Sevgililer romanının annesine ve oğullarıyla olan normal ötesi ilişkilerine… 

Cefakarlar

Edebiyatın belki de en cefakâr annelerinden biri kuşkusuz Maksim Gorki’nin Ana’sıdır. Oğlunu saçını süpürge edip büyüttüğü yetmezmiş gibi sosyalizm rüzgarlarının estiği dönem Rusya’sında oğlundan ve arkadaşlarından öğrendiği sosyalist fikirlerin toplumda yayılması için onlarla birlikte çalışır. Yetmez, oğlu ve arkadaşları tehlikeli fikirleri nedeniyle tutuklanınca, Moskova’ya kadar giderek yargılandıkları mahkemeyi dahi basar. Sonuç, oğlunun yolundan gittiği için o da öldürülür! Gabriel Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ının cefakâr annesi ise oğlunun savaştan dönmesini yılmadan yıllarca bekler, bu süreçte deliren kocasının bakımını üstlendiği yetmezmiş gibi bir de küçük kız evlat edinir. Yıllar geçer, oğlu döner, o yine de yaşlı haliyle tüm çevresi için yılmadan çalışıp didinmeyi sürdürür. Tolstoy’un Anna Karenina’sı ise çocuğundan ayrı kalan bir annenin çektiği cefayı en güzel anlatan romanlardandır. Anna, taparcasına sevdiği oğlundan yaşadığı yasak aşk nedeniyle uzak kalmak zorunda kalınca hayatının tüm enerjisini kaybeder ve giderek kaçınılmaz sonuna doğru sürüklenir.

Ve tabii kötüler…

Bütün anneler melek olacak diye bir kural yok elbette. Aynı gerçek hayatta da olduğu gibi edebiyatta da kötü annelere sıkça rastlanır. Örneğin Madam Bovary, kendisine dönük yaşamaya öylesine tutkun, öylesine bencil bir kadındır ki bir anne olduğu aklına dahi gelmez. Aslında ilk başlarda kızına delicesine tutkun bir anne rolünü oynamaya girişir ancak çok geçmeden bu durumdan bıkar ve kendi gizli ilişkilerine daldıkça bir kızı olduğunu bile unutur. Benzer şekilde Muhteşem Gatsby’nin Daisy’si de hayal kırıklığı yaratan bir annedir. Kendi melankolisi, zevkleri ve lüksleri ile öylesine meşguldür ki o da çoğu zaman bir kızı olduğunu unutur ve onu adeta sadece güzel bir aksesuar olarak taşır. Öte yandan Nabokov’un Lolita’sının anne karakteri de bir diğer korkunç annenin portresini çizer. ‘Güzel ve zarif’ hayat takıntılı anne, aklınca bunları Humbert’de bulduğunu sansa da, adamın gözünün kendi küçük kızından başka bir şey görmediğini anlamayacak kadar aptal ve kızının durumunu umursamayacak kadar da kötü bir annedir.