19 Mart 2024, Salı
15.10.2021 04:30

Sevim Burak’ın bakışları

Bir söyleşisindeki sözleri yazarlık duruşuna bir yerden ışık tutuyor... “Kendimi anlatırım hikâyelerimde, başka kılıklara girerek, bütün özlemlerimi harekete geçirerek, ne olduğumu, ne olacağımı kestirmeye çalışarak, evhamlarımı, korkularımı körükleyerek, yangına koşarmışçasına...” Neden? Bir başka söyleşisinde ifade ettiği gibi kendisini ‘Bir şeyi bir defada yazabilecek bir yazar’ kimliğine sığdıramadığından mı? Bu yüzden mi ardından gittiği ve hep içine girdiği hikâyelerini defalarca tekrar etmiş gibi görünür? O, yine hakkında söylediklerine bakarsak, okunmak için değil görülmek için yazar. Buradaki ironiyi fark etmemiz gerektiğine inanıyorum. Yazarın sadece önümüze getirdiği metinlerdeki görselliği değil, kendisini yeterince duyuramamanın kırgınlığını, o bildiğimiz zekasıyla dile getirdiği için... Buradaki oyunu görünce nasıl bir trajediyle karşılaştığınızı daha iyi anlayabilirsiniz belki. Ayrıksılığını ve isyanını, hatta meydan okuyuşunu bakışlarından ve gülümsemesinden çıkarabilir misiniz?  Bazı fotoğraflarında çok hüzünlü duruyor. O derinliğin içine girmemek imkânsız. Bazı fotoğraflarında ise bize bir hesap soruyor sanki. Gözler konuşur derler. Onun gözleri konuşuyor. Birilerine ‘delice’ gelebilecek bakışlar bunlar. Ne fark eder? Yazarlık da bir başka ‘delilik’ değil mi? Hele bir de dünyası, yaşadıkları, anlattıkları ve anlatmak için seçtiği yollar dikkate alınırsa...  Sevim Burak... Gemi kaptanı Mehmet Seyfullah ile Bulgaristan göçmeni bir Yahudi ailesinin kızı, sonradan Aysel Kudret adını alacak Marie Mandil’in, Kuzguncuk’un o çok kültürlü atmosferinde büyümüş çılgın kızı... Keman sanatçısı Orhan Borar ile annesini kaybettikten bir yıl sonra, henüz on sekiz yaşındayken evlenmesi bu çılgınlığın ilk işaretlerinden biri miydi? Ya bu evliliği esnasında Peyami Safa ile yasak bir aşk ilişkisine girişi? Hiç şüphe yok ki, kalbinin bir yerlerinde yazarlık hayalleri kurarken, Olgunlaşma Enstitüsü’nde mankenliğe başlaması? Amerika’da defilelere çıkması? Memlekete dönüşünde terzilik yapması, daha şık bir ifadeyle de bir modaevi açması?  Ancak bu modaevini kapattıktan sonra kendisini hepten hikâyelerine vermesi? İkinci eşi Ömer Uluç’tan bir kalp ameliyatının hemen öncesinde boşanmaya karar vermesi ve boşanması? Ve nihayetinde, aslında epeydir ihmal ettiği, tedavisini ertelediği kalbine yenik düşmesi? 1983 yılının son gününde... Henüz daha elli iki yaşındayken... Yaşadığı günlerde bir türlü anlaşılamamış birçok yazar gibi, sesini dilediği gibi duyuramadan, kırgınlıklarıyla bu dünyadan giderek... Anlaşılamama kaderi daha 1965 yılında yayınladığı “İlk ciddi eserim” dediği hikâye kitabında, Yanık Saraylar’da kendisini göstermişti aslında. Toplumcu edebiyatın hakimiyet kurduğu bir ortamda hiçbir şansı yoktu. Anlaşılan o ki, kafasının dikine bile bile gitmişti. Yine de o yıl kitabı, Behçet Necatigil ile Mehmet Fuat’ın oylarına rağmen, Sait Faik Ödülü’nü alamayınca, edebiyata küsecek ve on yedi yıllık bir suskunluğun içine gömülecekti. Seçici kurulun öteki üyeleri de, birçok okur ve eleştirmen gibi, ne yapmaya çalıştığını yeterince kavrayamamıştı anlaşılan. Kolay değildi tabii. Söz dizimi ve dilbilgisi kuralları altüst edilmişti. Hayatından derin izler adeta bir resmi geçit yapıyordu. Kuzguncuk coğrafyasından farklı kültürlerin insanları, yasak aşklar, yalnızlar, yaşadıkları hayatlarda sıkışıp kalanlar, sarhoşlar, dertliler... Hepsi onun değerleriydi. Hepsinden kendisi için kıymetli sesler ve kokular devşirmişti. İğnesine, ipliğine, tramvaylara, denize, mahallesindeki çöplere kadar... İçselleştirilmiş hikâyelerdi bunlar. Parçalanmış, özel müziği olan hikâyeler... 

O oyunlar sahnelerini bekliyor

Küskünlük son bulunca başka hikâyeler de çıkacaktı karşımıza. Giderek çapraşıklaşan ifadelerle... Hep o anlaşılmama yüküyle... Bazıları da bu yüzden mi ancak ölümünden sonra okurla buluşacaktı? Seyircisini bekleyen tiyatro oyunları da yazacaktı bu arada. Hikâyeleri birbirini doğuran hikâyelerdi. 1985 yılında Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen Sahibinin Sesi, ilk kitabındaki Ah Ya Rab Yehova adlı hikâyesinden doğmuştu mesela. Everest My Lord (İşte Baş, İşte Gövde, İşte Kanatlar) bambaşka bir serüven yaşayacaktı. Yıllardır çalıştığı halde tamamlayamadığı romanı Ford Mach 1 de Nilüfer Güngörmüş tarafından ancak 2003 yılında yayına hazır hale getirilecekti. Oğlu Karaca Borar’a yazdığı mektuplar, belki bazı mahremiyetleri ortaya döktüğünden, tüm eleştirilere rağmen yayımlanacaktı.  O hâlâ hak ettiği okuru ve seyirciyi arıyor. Sevim Burak, bugünlerde birçok basitliğin kuşatmasına uğramış edebiyatımızın isyan bayrağıdır.