305 milyon sterlin verdi, sahayı da sarstı siyaseti de

Muhammed bin Salman’ın yönettiği fon İngiliz kulübü Newcastle’ı sonunda aldı. Suudi Prens’in satış için İngiltere Başbakanı’nı devreye soktuğu ortaya çıktı. Taraftarlar mutlu ama Kaşıkçı cinayetini unutmayanlar da var

Geçen haftayı büyük bir kutlama yaparak geçirdi 129 yıllık tarihi Newcastle United futbol takımının taraftarları. St. James Park Stadyumu’nun etrafında ve şehirdeki bilumum pub’da, hiç sevmedikleri kulüp patronu Mike Ashley’den nihayet kurtulmalarını kutluyorlardı. Ancak kutlamaların tek sebebi bu değildi, bir yandan da kulübün yeni sahibine seviniyorlardı. Çünkü İngiltere’nin bu çok köklü ama müzmin başarısız takımını Suudi Kamu Yatırım Fonu (PIF) önderliğindeki bir grup toplam 305 milyon sterline (yaklaşık 3.8 milyar TL) satın almıştı. İki yıllık süreç sonunda Newcastle United’ın yeni sahibi olan PIF’in çeşitli tahminlere göre 200 ila 700 milyar dolarlık bir varlığı var. Kısacası Newcastle United’da makus talihini yenip on yıllar sonra başarılı günlerine dönebilirdi. Daha şimdiden kulübün yeni lakabı da belliydi: Dünyanın en zengin kulübü.

Kaşıkçı’nın nişanlısı her kanalda

Doğru, Newcastle United bundan böyle Suudi Arabistan yönetiminin kontrolündeki bu fon tarafından yönetilecek. Şimdilik, PIF’un guvernörü Yasir el-Rümeyyen’in icraya karışmayacağı açıklandı, zaten medya önüne çıkan kişi de bu anlaşmayı ayarlayan İngiliz iş insanı Amanda Staveley oldu ilk günden itibaren. Belli ki işin halkla ilişkiler tarafını götürmek için Staveley’den yararlanacak, vitrinde onun olmasını yeğleyecekler. Geçen yıldan beri başta insan hakları örgütleri olmak üzere bir muhalefet söz konusuydu bu satışla ilgili. Özellikle, aynı zamanda PIF’un başkanı da olan Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Salman’ın ya da artık sık kullanılan kısaltmasıyla MBS’ın 2018’deki gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın katledilmesinin azmettiricisi olması en büyük itiraz gerekçesiydi. Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz birçok kuruma ve de Newcastle taraftarlarına yazdığı mektuplarla Premier League yönetiminin bu satışa onay vermemesini istemişti. Şimdiyse, geçen yıl bu satışın onaylanmamasını sağlayan şartların bir anda nasıl ortadan kalktığına dair bir şaşkınlık var. Öyle ya PIF, Premier League’in şart koştuğu Sahipler ve Yönetim Kurulu Üyeleri Soruşturması’ndan (ODT) geçememişti. Bununla beraber Katar kendi spor platformu Beinsports’u sabote etmek için da Suudi Arabistan’ın kurduğu beoutQ korsan platformunu gerekçe göstererek bir muhalefet şerhi koymuştu. Ancak ne olduysa oldu ve geçen hafta birkaç gün içinde satış süreci sonuçlandı. Peki ne oldu da geçen bir yılda bu itirazların sebepleri çözüldü.

Johnson’a mesaj atmış

Öncelikle, PIF’un Suudi hükümetinden bağımsız olduğuna dair bir güvence verildiğini biliyoruz. Hatta bu meselenin halli için MBS’ın İngiltere Başbakanı Boris Johnson’a bir mesaj atmış olması da cabası. Diğer yandan, korsan yayınlar konusundaki mevzu da geçen hafta sonuçlandı. Suudi Arabistan ve Katar arasında dört yıldır devam eden siyasi gerilimin 2021’in başında yumuşamaya başlaması ve son olarak Riyad’dan gelen Bein Sports’a karşı ambargonun sona erdiği haberiyle bu sorun da ortadan kalktı. Bununla birlikte Premier League’in de satışa onay vermekten başka çaresi kalmadı.

Her şeyi Abramoviç başlattı

Açıkçası bazı Premier League kulüplerinin sorularına karşın, bu satışın bu noktadan sonra geri döndürülmesi pek mümkün olmayacak gibi. İngiliz futbolu çok zengin bir yeni patronla daha iş birliği yapmayı öğrenecek zamanla. Ancak asıl iki sorun hâlâ kabak gibi ortada: Futbol kulüplerine giren sermayenin kontrolü ve “sportswashing” yani spor aracılığıyla itibar yönetimi.  Premier League, son 20 yıldır futbola giren yabancı sermayeyi âdeta teşvik etti, kulüplerin çok zengin yabancı iş insanlarına veya bazı devletlerin kontrolündeki fonlara satılmasına pek karşı çıkmadı. Bunun dönüm noktası 2003’te Rus iş insanı Roman Abramoviç’in Chelsea takımını satın almasıydı. Abramoviç’in servetini Rusya’nın 1990’lardaki karışık siyasi ortamındaki uyduruk ihalelerle edindiği bilinmedik bir şey değildi. Ama buna itiraz eden çıkmadı pek. Abramoviç, Chelsea’yi Avrupa’nın zirvesine çıkarabilmek için yüz milyonlarca sterlin harcamaktan çekinmedi. Sonra sırayla Amerikalı yatırımcılar geldi Premier League’e. Kimisi hevesle kesenin ağzını açtı, kimi bir süre sonra yatırımdan vazgeçip sattı. 2008’de Abu Dabi Group’un Manchester City’yi satın alması bir diğer dönüm noktasıydı. Bu grubun arkasında Abu Dabi Emirliği’ni yöneten Şeyh Mansur El Nahyan vardı. The Guardian yazarı David Conn bu satın alma sonrası yazdığı kitabının adını Richer Than God (Tanrıdan Bile Zengin) koymuştu belki de sınırsız servetlerine nazire yaparak. Tüm bu süreçlerde demokrasi, insan hakları veya servetin kaynağı fazla sorgulanmadı açıkçası. Yalnızca Manchester United taraftarları biraz direnmişti: 1999’da Murdoch’un satın alma girişimini püskürtmeyi başarmış, 2005’te aynısını Glazer’a yapamayınca alternatif bir kulüp bile kurmuşlardı. Buna karşılık 2008’de Manchester City satılırken de ciddi bir muhalefet yoktu. Yani İngiltere’deki futbol taraftarları da dünyanın genelindeki gibi önce takımlarının başarısına, oyuncu transferlerine bakıyor, kulüp sahibinin itibarı ve sicili bunların yanında pek akla gelmiyor.  Güya Premier League, satın alma öncesi soruşturmasına müstakbel kulüp sahiplerinin ülke dışında işlediği suçları da dahil etti birkaç yıl önce. Ama Newcastle olayında görüyoruz ki bunun da etrafından dolaşmanın yolu bulunmuş. Mesela PL’in sahipler soruşturmasından geçseler de Suudi PIF’unun başkanı hâlâ Muhammed bin Salman, yönetim kurulunda da altı Suud bakan yer alıyor. Böyle bir fonun Suudi Arabistan yönetiminden bağımsız davranacağı pek söylenemez. Halbuki henüz altı ay önce Avrupa Süper Lig kuruluyor diye İngiltere’deki büyük takımların taraftarları sokağa dökülmemiş, Başbakan Boris Johnson bu projede yer alacak kulüpleri çeşitli müeyyidelerle tehdit etmemiş miydi? İngiliz kulüplerinin taraftarları Amerikalı patronların fazlasıyla gözünü korkutmuştu protestolar sırasında. Meğerse, göstermelik bir protesto dalgasıymış bu. Başarı vaat eden çok zengin ama itibarsız bir yeni patron bu tepkilerle hiç karşılaşmıyor. Karşılaşmadığı gibi Başbakan Johnson da muhtemelen kulis yapıyor satışın onaylanması için. Bence asıl önemli konuysa, sportwashing yani spor aracılığıyla itibar kazanma yönetimi. Sporu siyasi propagandaya alet edenleri 20. yüzyıl boyunca sık sık gördük. Hatta soğuk savaş sırasında Batı ve Doğu blokları arasındaki mücadele diplomatik ve askeri alanlar kadar spor sahalarında da sürmüştü. Son 15 yılda da büyük küçük birçok ülkenin ve şirketin spor aracılığıyla kendilerini tüm dünyaya şirin gösterme ve itibarlarını artırma yolunu seçtiğini görüyoruz. Bunun başını da otoriter Körfez ülkeleri çekti. Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri, sporun ne kadar etkili bir yumuşak güç unsuru olabileceğini çok erken keşfetti. Özellikle Katar kendini bir spor üssü gibi konumlamayı başardı. Motor sporlarıyla çıktıkları bu yolda tenis, golf, hentbol derken 2022 Dünya Kupası’nın ev sahipliğini kazanacak kadar ilerlerdiler. Katar Yatırım Otoritesi 2011’de Fransız Paris St. Germain klübünü de satın aldı ve 10 yılda 1.5 milyar euro’luk yatırım yaparak Paris takımının Avrupa’nın en büyüklerinden biri haline gelmesini sağladı.

Gözlerini Dünya Kupası’na diktiler

Suudi Arabistan ise küçük komşularının tersine sporu yumuşak güç gibi kullanmanın farkına varamadı uzun süre. 2017’de veliaht prensliğe gelen Muhammed bin Salman bir yıl önce açıkladığı “Saudi Vision 2030” programını uygulamaya başlarken sporu da atlamadı. 2018’den beri bunun yansımasını görüyoruz. WWE güreş turnuvalarına ve profesyonel boks maçlarına ev sahipliği yaparak kolları sıvadılar. İki yıl kadar önce Manchester United’ı satın alma girişiminde bulundukları söylendi. Bu yıl 5 Aralık’ta Cidde’de Formula 1’deki ilk Suudi Arabistan grand-prix’si organize edilecek. FIFA 2030 Dünya Kupası için bir adaylık dosyası hazırlamaya başladılar bile. Belli ki petrodoların gücüyle turnuvaların, kupaların hatta kulüplerin satın alınmasına dair ciddi bir şikayet yok. Uluslararası spor kurumları ya da ulusal ligler zaten kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez diyerek buna karşı çıkmıyorlar. Sportswashing’i eleştirmek de bir avuç insan hakları örgütüne, gazeteciye ve taraftara kalıyor.
Newcastle’ın forveti Callum Wilson, Southampton’a attığı gole seviniyor.

Newcastle ve Premier League’i ne bekliyor, dengeler nasıl bozulur?

Newcastle United’ın yüzde 80 hissesini satın alan Suudi Kamu Yatırım Fonu’nu zorlu bir süreç bekliyor. Öncelikle hedef takımı Premier League’de tutmak. Çünkü Newcastle sekizinci hafta sonunda galibiyetsiz sondan ikinci. Devre arasına kadar idare edip orada ilk transfer hamlesini yapacaklardır. Elbette bir diğer önemli hamle yeni teknik direktör seçimiyle ilgili olacak. Mevcut yönetimi üstlenen Amanda Staveley 5 ila 10 yılda ligde zirveye oynama hedefinden bahsediyor. Ancak işleri Chelsea’nin ve Manchester City’nin yaptığından daha zor olacak. Premier League’in 6 büyük takımıyla aşık atmak, onların gelir seviyesine ulaşmak yıllar sürebilir. Ayrıca Şampiyonlar Ligi’nde başarı gibi daha büyük hedefler söz konusuysa bunun için 10 yıldan çok uğraşmaları gerekecek.  Premier League ise yaklaşık 10 yıldır dünyanın en zengin ligi. Son 20 yılda ülke dışından sermayeyi ve yatırımcıları da çekmeyi başarınca La Liga’ya ve Serie A’ya fark attılar. Şimdi Newcastle, Everton, West Ham, Aston Villa gibi takımların eklenmesiyle beraber aradaki fark daha da açılabilir. Bunun Avrupa’daki futbolun dengesini bozacağı gün gibi aşikâr.
Batıkent metrosunda patlama yaşandı Dervişoğlu'ndan 'Bakırhan'a alkış' sorusuna yanıt: Bahçeli’nin yaptığı hiçbir şey beni şaşırtmaz Bakanlık satışını yasakladı Meteoroloji'den 8 il için sarı kodlu uyarı 1 milyon Türk'e serbest dolaşım Yetişkin filmi izleyip sıcak çatışmaya giriyorlar