Columbia Üniversitesi’nin prestijli iktisatçısı Jeffrey Sachs, bir dönem kendi asistanı olan Financial Times Avrupa ekonomisi yorumcusu Martin Sandbu ile küresel ekonomik sorunları konuştu. Sachs, ABD’nin Çin politikasını şiddetle eleştiriyor
Martin Sandbu
Glasgow’da başlayacak COP26 Zirvesi’nden iklimle ilgili nasıl sonuçlar çıkmalı? COP26 Zirvesi’nde bütün dünya 2050 itibariyle net sıfır hedefi için söz vermeli. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) iyi bir yol haritası belirledi. Dünya bunu yapabilir ve yapmalı. COP26’dan çıkması gereken sonuç da bu. Elbette iklim finansmanı, kayıplar ve zararlar gibi başka önemli sorunlar da var, ama COP26’nın en önemli hedefi dünyayı “2050’de net sıfır” rotasına sokmak. Bunun için Çin’in kendi hedefini yukarı çekmesi gerekiyor. Çin’in hedefini yukarı çekeceğinden eminim. COP26’da olur mu bilmiyorum ama bu olmalı. Çin 2050 itibarıyla net sıfıra ulaşma kapasitesine sahip, üstelik kilit teknolojiler için kritik bir tedarikçi olma şansı var. Bu yüzden Çin’in hamle yapması için bir engel görmüyorum. Sanırım sorun daha farklı. ABD ile aralarındaki gerilim, zamanlamayla ilgilenmelerini önlüyor. Biraz da küresel kamu mallarının teminine ve küresel işbirliğine, ya da bunların olmamasına değinelim. Özellikle de ABD-Çin ilişkilerinin bu açıdan ciddi önemi var. Küresel ekonominin parçalanma riski var mı? Bizim asıl derdimiz ticaret savaşı değil; bizim derdimiz genel anlamda savaş ve bunun getirdiği riskler. Çin’in Made In China 2025 programını açıklamasının ardından ABD’nin Çin’e karşı tavrı sertleşti. Bu programa göre, Çin 21. yüzyılın önde gelen teknolojilerinde en üst seviyeye ulaşmayı hedefliyor. Amerikalı elitlerin buna bakışını gördüm. Genel tavır şöyleydi: “Buna nasıl cüret ederler? Onlar yapamaz, biz yaparız. Onlar olsa olsa imalathane olabilir; teknolojinin öncüsü biziz.” ABD’nin üstünlüğünden yana değilim. Çok-taraflılıktan yanayım. BM Antlaşması’na uygun çok-kutuplu bir dünyadan yanayım. Söylediklerimin Washington’da pek hoş karşılanmayacağını biliyorum, ama bence ABD kendi üstünlüğüne hizmet edeceği düşüncesiyle bu ihtilafı körüklüyor. Bu son derece tehlikeli. Sadece hayati önemdeki işbirliği fırsatlarını kaçırmakla kalmıyoruz, felakete yol açabilecek parlama noktaları yaratıyoruz. Tayvan bu potansiyel parlama noktalarından biri. Küba Füze Krizi’ni hatırlayacak yaştayım. Yaşanan – tabiri caizse – kaza neredeyse dünyanın sonunu getirecekti. Amerikalı elitlerin sık sık ateşle oynadığını biliyorum ve bundan hoşlanmıyorum. İçinde bulunduğumuz dönemde bu beni çok kaygılandırıyor. Bu yaklaşım başarılı olmayacak, zaten çok naif; çünkü tıpkı Sovyetler Birliği’nin 1940’ların sonunda [atom bombası konusunda] yaptığı gibi, Çin de ABD’ye yetişecek. Bir sürü büyük bilim insanı ve çok büyük bir teknolojik kapasite var. Amacımız soğuk savaş değil, işbirliğine yönelik karşılıklı anlayış olmalı. Uluslararası sistemde müreffeh bir Çin’in varlığı dünyanın yararına olur.
Sincan’ı BM’nin soruştuması gerek
Sincan’daki zorla çalıştırma olayından herkes haberdarken, Çin’le ticari ilişkileri artırmanın yakışıksız olduğunu söyleyenler var. Bakın, benim geldiğim ülke çok sayıda savaş çıkardı, milyonlarca insan öldürdü, yurt içinde korkunç istismar olaylarına karıştı. Bir yerde istismar olduğu bildiriliyorsa, bunların BM dahilinde soruşturulması gerektiğine inanıyorum. Söylediklerim ABD’de ve dünyanın birçok yerindeki istismarlar için de geçerli. Bu durumu çok-taraflı bağlama oturtmak istiyorum; böylelikle jeopolitik oyunlara malzeme olmaz. Açıkçası ABD’nin birçok suçlamasının jeopolitik bir hamle olduğuna inanmak için geçerli sebeplerim var. Bence ABD’nin esas isteği Çin’deki tüm insan hakları sorunlarını çözmek değil çünkü ABD’de veya ABD’nin yıllardır bombaladığı ve işgal ettiği yerlerde yaşanan insan hakları sorunlarını çözmek için böyle bir iştah göstermiyorlar. Kariyerinizin başlarında, bazı ülkelerin liberal demokrat kapitalist sisteme geçişine yardımcı oldunuz. Şimdi kendi ülkenizde de liberal demokrasiye dönük tehditler görüyorsunuz. Ülkelerin içinde bir kültür savaşına, ideolojik savaşa tanık oluyoruz. Ne oldu? Ne değişti? Sanırım ülkelerimizdeki bu hararetli çekişmenin temelinde yatan kültürel ve ekonomik sınıfsal bölünme her yerde var. ABD kültür ve sınıf bakımından derin bir yarıkla ikiye ayrılmış durumda. Belki de Amerikan toplumundaki en büyük ayrışma, üniversite ve daha yüksek eğitim mezunu olanlar ile olmayanlar arasında. Genel anlamda son 75 yılda toplumlardaki büyük dönüşüm onları bilgi toplumu ve dijital toplumlar olmaya yöneltti. Bu durum son derece derin bölünmeleri beraberinde getirdi. Kültürel olarak kent ile kırsal ayrıldı. Eğitimliler ile eğitimsizler ayrıldı. Eğitime farklı bakan çeşitli dini gruplar birbirinden ayrıldı. Çoğunlukla ABD’ye özgü olan bir diğer konu ise, paranın demokratik siyasetteki rolü. “Yeni Düzen” (New Deal) ile “Büyük Toplum” (Great Society) programları arasındaki 30 yıllık dönem hariç, Amerika her zaman zenginler için ve zenginler tarafından yönetilen plütokratik bir toplum oldu. Bu yarılma, 1978’den itibaren görülen ve seçim kampanyalarının finansmanına zemin hazırlayan, şirketlere ve elitlere daha fazla güç tanımak üzere tasarlanmış korkunç Yüksek Mahkeme kararlarıyla daha da derinleşti.