‘Agresif Almanya’ nasıl Batı’nın en aklıselim ülkesine dönüştü?
Financial Times’ın dış politika baş yazarı Gideon Rachman’a göre 21. yüzyıl Alman siyaseti ender bir karaktere büründü. Uzlaşma kültürü yerleşti, tahminlerin aksine aşırıcı politika yükselmedi, mülteci dostu tutum devam ediyor
Gideon Rachman
İyi ki Almanya var. Bunu, 20. yüzyıl boyunca çok fazla hissetmemiştik. II. Dünya Savaşı sona ererken, ABD Hazine Bakanı Henry Morgenthau, Almanya sorununu çözmenin ancak ülkenin endüstriyel kapasitesini yok etmekle mümkün olduğunu iddia ediyordu. Fransız yazar François Mauriac, ülkenin bölünmesini alaycı bir memnuniyetle karşılamış, “Almanya’yı öyle çok seviyorum ki iki tane olmasına çok sevindim” demişti. 1990’da Almanya’nın yeniden birleşme süreci yaklaşırken Margaret Thatcher’ın düzenlediği ve İngilizler başta olmak üzere çok sayıda entelektüeli bir araya getiren toplantıda, Almanya’nın ulusal karakteri tartışılmıştı. Thatcher’ın dış politika başdanışmanı toplantı tutanağında bu karakter özelliklerini “kaygı, agresiflik, kararlılık, zorbalık, bencillik, aşağılık kompleksi ve duyarlılık” biçiminde kaydetmişti. Otuz yıl sonra, Alman ulusal karakterine dair bu klişeler tamamen tersine dönmüş durumda. Bugün “kaygı ve agresiflik”, hatta Cermenlere has olduğu düşünülen tüm diğer istenmeyen özelliklere yatkın bir siyaset anlayışı için ABD ve İngiltere’ye bakmak daha isabetli görünüyor. Alman kamusal yaşamı şimdilerde sakinlik, ölçülülük, rasyonellik ve uzlaşmacılık gibi, İngilizlerin genellikle kendilerine atfettiği özelliklerle ifadesini buluyor.
Seçimler değişimi yansıttı
Geçtiğimiz günlerdeki Almanya seçimleri ve sonrasında yaşananlar bu değişimin kanıtı oldu. Seçim başa baş gitti, ama kaybeden taraf sonucu nezaketle kabul etti. Kimse oylamada hile yapıldığını veya karşı tarafın “pislik” olduğunu, ya da ülke için ölümcül bir tehlike arz ettiğini söylemedi. Sosyal Demokratlar (SPD) 2005’ten bu yana ilk kez Alman hükümetine liderlik etmeye hazırlanıyor. Ancak ABD’dekinin aksine, bu iktidar geçişi genel politikalarda ani bir kopuşu veya siyasi muhalefetin iktidarı felç etme girişimlerini beraberinde getirmeyecek. Şansölye olması beklenen SPD’li Olaf Scholz, bir devamlılık adayı olarak mücadele etti. Financial Times’tan meslektaşlarımın bildirdiği üzere, seçmenler “sakin tavrı, iktidardaki ve pragmatik siyasetteki büyük tecrübesi sebebiyle, Scholz’u Merkel’in doğal halefi” olarak gördü. Donald Trump ve Boris Johnson’ın liderlik profilinden ancak bu kadar farklı olabilirdi. Ülkeler arasındaki bu rol değişimi, tarihin bir cilvesinden ibaret değil. Almanya bildiğim kadarıyla, en büyük ulusal utancının anıtını, başkentinin merkezine yerleştiren tek ülke. Berlin’deki ‘Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı’, şehrin geleneksel merkezinde, Brandenburg Kapısı’nın yanı başında duruyor. Anıt, modern Almanya’nın Nazizm’in dehşetini kabullenme ve bundan ders çıkarma kararlılığını simgeliyor. Merkezdeki Alman siyasetçiler demagojinin nereye varabileceğini bildikleri için, lider kültüne alerjileri var. Trump’ın aksine, hiçbir şansölye adayı çıkıp da “Sadece ben hallederim” diye böbürlenmiyor; rakibi aleyhindeki “Tık şunu içeri” tezahüratlarına çanak tutmuyor. Son seçimden önceki açık oturumlarda parti liderleri birbirlerine son derece saygılı ve ölçülü yaklaştı. Siyasetin ciddi bir iş olduğunu biliyorlar. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in, İngiltere Başbakanı Johnson’u küçük gördüğü söyleniyor; çünkü Cumhurbaşkanı’na göre, Johnson siyaseti oyun olarak görüyor.
Yanılmışım
Modern Almanya’nın siyasi aşırıcılık kaynaklı tehlikelere maruz kaldığı da oldu. 2020 yılında aşı karşıtlarından ve çeşitli aşırı gruplardan oluşan bir kalabalık, meclis binası Reichstag’a başarısız bir baskın girişiminde bulundu. 2015’teki mülteci krizinin ardından, Merkel’in 1 milyon göçmen ve mültecinin ülkeye girişine izin vermesi üzerine, benim de aralarında bulunduğum birçok yorumcu, Almanya’da siyasi aşırıcılığın yükselmesini bekliyordu. 2017 seçimlerindeki hava genellikle pek hoş değildi. Aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisi, mecliste ciddi sayıda sandalye kazandı. Ancak son seçimlerde hem aşırı sağ hem de aşırı sol oy kaybetti. Merkez siyaset mevzi korumakla kalmadı, güçlendi de. AfD Doğu Almanya’da hala güçlü; ancak ülke çapında bir güce dönüşme ihtimali her zamankinden düşük. Almanya ile diğer büyük Batılı uluslar arasındaki fark, yüksek miktardaki göçün merkez sağda radikalleşmeye yol açmamış olması. Trump duvar inşası vaadiyle iktidara gelmişti. Johnson, Britanya’nın sınırlarını ve kanunlarını – ama özellikle sınırlarını – “yeniden kontrol altına alma” vaadiyle Brexit referandumunu kazandı. Fransa’da, merkez sağın cumhurbaşkanı adayı Michel Barnier, AB dışından göçlerin tamamı için moratoryum çağrısı yaptı. Aşırı sağın yükselen yıldızı Éric Zemmour ise 2 milyon insanı ülkeden kovmakla tehdit ediyor. Buna karşın Alman hükümeti göç lehine görüş bildirmeye devam ediyor. Ağustos ayında Almanya federal iş kurumu başkanı, ülkedeki iş gücünün yaşlılığı sebebiyle Almanya’nın her yıl 400 bin yeni göçmene ihtiyacı olduğunu, aksi halde “kalifiye çalışan eksikliği yaşanacağını” söyledi. Bu fikre doğrudan karşı çıkan tek parti AfD oldu.
Koalisyon görüşmeleri aylar sürebilir
Almanya’da merkezin bu kadar güçlü olması, tartışmaların bittiği anlamına gelmiyor. Koalisyonun kurulması aylar sürebilir. Yeşiller, Hür Demokratlar ve SPD arasındaki politik farklılıkları uzlaştırmak zor olacak. Ancak koalisyon kurma ihtiyacı, Anglosakson dünyada standart haline gelmiş siyasi kutuplaşmaya ve karşı tarafı şeytanlaştırmaya baskın çıkacak gibi görünüyor. 21. yüzyıl Alman siyaseti yine ender bulunan bir karaktere büründü. Ama bu kez iyi anlamda. ©️ The Financial Times