Covid yılı geniş bir tarihsel perspektiften nasıl özetlenebilir? Birçoklarına göre korona virüsün sebep olduğu muazzam yıkım, doğanın gücü karşısında insanın ne kadar çaresiz olduğunu kanıtladı. Hâlbuki 2020 yılı insanlığın aslında hiç de çaresiz olmadığını gösterdi. Salgınlar artık tabiatın kontrol edilemez güçlerinden biri değil. Bilim sayesinde bu zorlukların üstesinden gelmemiz mümkün. O halde yaşanan bunca ölüm ve acının sebebi ne? Kötü siyasi kararlar.
1918 gribine göre bilim bu kez hızlı ve etkiliydi
Geçmiş dönemlerde insanlar Kara Ölüm gibi salgınlarla karşı karşıya kaldığında bunun sebebi veya nasıl durdurulabileceği konusunda hiçbir fikirleri olmazdı. 1918’de İspanyol gribi ortaya çıktığında dünyanın en iyi bilim insanları ölümcül virüsü tespit edemediler, alınan karşı tedbirlerin çoğu yararsızdı ve etkili bir aşı geliştirme girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Covid-19’da ise durum çok farklıydı. Olası bir yeni salgına dair ilk tehlike çanları 2019 Aralık sonunda çalmaya başladı. 10 Ocak 2020’ye gelindiğinde, bilim insanları hastalıktan sorumlu virüsü izole etmekle kalmamış, genom dizisini çıkarıp internetten yayınlamıştı. Birkaç ay içinde enfeksiyon zincirlerini yavaşlatacak ve durdurabilecek önlemler çıktı. Bir yıl geçmeden çok sayıda etkili aşının seri üretimine başlandı. İnsanlık patojenler ile savaşında hiç bu kadar güçlü olmamıştı.
Dijitalleşme, hastalığı tespit ve takibi kolaylaştırdı
Biyoteknolojinin benzersiz başarılarının yanı sıra, Covid yılı aynı zamanda bilgi teknolojisinin ne denli güçlü olduğunu ortaya çıkardı. Geçmişte insanlık salgınları nadiren durdurabiliyordu, çünkü enfeksiyon zincirlerini gerçek zamanlı takip edemiyor, uzun süreli karantinalar ekonomik anlamda fahiş bedeller getiriyordu. 1918’de grip belasına yakalanan insanları karantinaya alabiliyordunuz, ancak semptom öncesi veya semptom göstermeyen taşıyıcıların hareketlerini izlemek olanaksızdı. Ayrıca bir ülkedeki tüm insanların haftalar boyu evde kalması yönünde emir vermeniz halinde ekonomi göçüyor, toplumsal çöküntü ve kitlesel açlık kaçınılmaz oluyordu. Hâlbuki 2020 senesinde dijital gözetim hastalık vektörlerini izlemeyi ve kesin olarak belirlemeyi çok daha kolay hale getirdi; bu da karantinanın hem daha seçici hem de daha verimli olabilmesini sağladı. Daha da önemlisi, otomasyon ve internet en azından gelişmiş ülkelerde uzun süreli kapanmaların uygulanmasını mümkün kıldı. Bazı gelişmekte olan ülkelerdeki deneyimler geçmişin salgınlarını hatırlatmaya devam etse de gelişmiş dünyanın büyük bölümünde dijital devrim her şeyi değiştirmiş durumda. Tarımı ele alalım. Binlerce yıl gıda üretimi insan emeğine bağlı kaldı ve insanların neredeyse yüzde 90’ı tarlalarda çalıştı. Günümüzün gelişmiş ülkelerinde ise durum bu değil. ABD’de nüfusun sadece yüzde 1.5 kadarı tarım yapıyor, üstelik bu kadar düşük bir oran evde oturanları beslemekle kalmayıp ABD’yi lider gıda ihracatçılarından biri yapıyor. Çiftçilik işlerinin tamamına yakını hastalıklardan ari makinelerce yapılıyor. Kapanmalar tarıma çok büyük bir etki yapmıyor.
Tarım insansız ve 35 kat verimle yapılıyor
Kara Ölüm döneminde buğday tarlasını düşünün. Çiftçilere hasat vakti evde kalmalarını söyleseniz aç kalıyorsunuz. Gelip hasadı kaldırmalarını söyleseniz, hastalığı birbirlerine bulaştırıyorlar. Ne yapacaksınız? Şimdi de 2020 yılında aynı buğday tarlasını düşünün. GPS özellikli tek bir biçerdöver bütün tarlayı çok daha yüksek verimle – ve sıfır enfeksiyon riskiyle – hasat edebiliyor. 1349 yılında ortalama bir ırgat günde yaklaşık 5 kilo ekin biçerken, 2014’te bir biçerdöver rekor kırarak günde 30.000 kilo hasat gerçekleştirdi. Neticede Covid-19 buğday, mısır ve pirinç gibi temel gıda ürünlerinin küresel üretimine kayda değer bir etki etmedi. İnsanları beslemek için tahıl hasadı tek başına yeterli değil. Mahsulü taşımak, bazen binlerce kilometre öteye ulaştırmak gerekiyor. Tarihin büyük bölümünde ticaret, salgın hikâyelerindeki kötü adamdı. Ölümcül patojenler ticaret gemileri ve uzun mesafe kervanları aracılığıyla dünyayı dolaşıyordu. Örneğin veba İpek Yolu boyunca Doğu Asya’dan Ortadoğu’ya gelmiş, oradan Ceneviz ticaret gemileri tarafından Avrupa’ya taşınmıştı. Ticaret ölümcül bir tehditti çünkü her katarın başında bir insan lazımdı, açık denizdeki küçük gemiler için bile düzinelerce denizci gerekiyordu; bu yüzden hem kalabalık gemiler hem de hanlar hastalık yuvasıydı.
Artık bir gemi, eskinin ticaret filosuna denk
2020’de ise sürece çok az sayıda insanın katılması sayesinde küresel ticaret görece sorunsuz işleyebildi. Günümüzün otomatik işleyen bir konteyner gemisi, erken modern dönemdeki bir krallığa ait ticaret filosunun tamamından fazla tonaja sahip. 1582 yılında İngiliz ticaret filosunun toplam taşıma kapasitesi 68.000 tondu ve yaklaşık 16.000 denizci gerektiriyordu. 2017’de denize açılan OOCL Hong Kong konteyner gemisi 22 kişilik bir mürettebatla 200.000 ton yük taşıyabiliyor. Yolcu gemileri ve uçaklarının Covid-19’un yayılmasında ciddi bir rol oynadığı doğru. Ancak turizm ve seyahat ticaret için olmazsa olmaz değil. Turistler evlerinde kalabilir ve iş insanları Zoom kullanabilir; üstelik otomatize hayalet gemiler ve neredeyse insansız trenler küresel ekonomiyi yürütmeyi sürdürüyor. 2020 yılında uluslararası turizm dibe vurmuş olsa da küresel deniz ticaretinin hacmi sadece yüzde 4’lük bir düşüş yaşadı.
Çevrimiçi olarak iki dünyada yaşıyoruz
Otomasyon ve dijitalleşme hizmetler üzerinde daha da etkili oldu. 1918 yılında ofis, okul, mahkeme veya kiliselerin sokağa çıkma yasağı sırasında işlemeye devam etmesi düşünülemezdi. Öğrenciler ve öğretmen evlerine kapanmışken nasıl ders işlenebilirdi? Bugün cevabı biliyoruz. Çevrimiçine geçmenin birçok eksileri var, muazzam zihinsel yan etkileri de cabası. Hatta avukatların mahkemeye kedi görünümünde çıkması gibi akla hayale gelmeyecek sorunlara yol açabiliyor. Yine de çevrimiçi işlemlerin bir şekilde yapılabiliyor olması müthiş bir şey. 1918 yılında insanlık sadece fiziksel dünyada yaşıyordu; ölümcül grip virüsü bu dünyanın her yanına yayılırken insanlığın kaçacak yeri yoktu. Bugün birçoğumuz fiziksel ve sanal olmak üzere iki dünyada birden yaşıyoruz. Koronavirüs fiziksel dünyada dolaşırken çoğu insan yaşamlarının ciddi bir bölümünü virüsün erişemeyeceği sanal âleme taşıdı. Elbette insan hâlâ fiziksel bir varlık ve her şeyi dijitalleştirmek mümkün değil. Covid yılı hemşireler, temizlik görevlileri, kamyon şoförleri, kasiyerler ve kuryeler gibi çok sayıda düşük gelirli meslek grubunun uygarlığı sürdürmedeki hayati rolünü ortaya koydu. Uygarlık barbarlıktan üç öğün uzaktadır, derler. 2020’de teslimat işi yapan insanlar medeniyeti bir arada tutan ince kırmızı hattı oluşturdular. Onlar sayesinde fiziksel dünyaya tutunabildik.
Bir sonraki virüs saldırısı dijital altyapıya olabilir
İnsanlık otomatize ve dijital alana geçip faaliyetlerini çevrimiçine taşıdıkça yeni tehlikelere maruz kalıyor. Covid yılına dair en dikkat çekici noktalardan biri internetin kopmaması oldu. Gerçek bir köprüden geçen trafik miktarını birden artırırsak trafiğin sıkışmasını, belki de köprünün yıkılmasını bekleyebiliriz. 2020’de okullar, ofisler ve kiliseler neredeyse bir gecede çevrimiçine döndü, ancak internet kesilmedi. Bu gerçeği bir durup düşünmemiz lazım. 2020 gösterdi ki bir ülke fiziksel karantina altındayken bile yaşamını sürdürebiliyor. Bir de dijital altyapımız çökerse neler olacağını hayal edin. Bilgi teknolojisi bizi organik virüslere karşı daha dirençli yaptı, ancak kötü amaçlı yazılımlara karşı çok daha hassas hale getirdi. İnsanlar sık sık “Bir sonraki Covid ne olabilir?” diye soruyor. En güçlü adaylardan biri dijital altyapımıza dönük bir saldırı ihtimali. Korona’nın dünya çapında yayılıp milyonlarca insana bulaşması aylar sürdü. Dijital altyapı ise sadece bir günde çökebilir. Okullarımız ve ofislerimiz hızla çevrimiçine geçebiliyor. Ama e-postadan geleneksel postaya dönmek ne kadar zaman alır bir düşünün.
Bizi dijital diktatörlüklerden koruyabilecek 3 temel kural
Salgınla mücadele önemli, ama bu arada özgürlüğümüzü yok etmeye değer mi? Yararlı gözetim ile distopya kâbusları arasındaki doğru dengeyi mühendislerin değil politikacıların bulması gerekiyor. Geride bıraktığımız covid yılı bilimsel ve teknolojik gücümüzün sınırlarını ise daha da açık bir şekilde ortaya çıkardı. Bilim siyasetin yerini alamaz. Politikalar hakkında karara varırken birçok menfaati ve değeri göz önüne almak zorundayız; hangi menfaat ve değerlerin daha önemli olduğunu belirlemenin bilimsel bir yolu olmadığına göre, ne yapacağımıza karar vermenin de bilimsel bir yolu yok. Örneğin, sokağa çıkma yasağı uygulayıp uygulamamaya karar verirken, “Yasak koymazsak kaç kişi Covid-19 hastalığına yakalanır?” diye sormak yetmiyor. “Sokağa çıkma yasağı yüzünden kaç kişi depresyona girer? Kaç kişi kötü beslenmeye bağlı zarar görür? Kaçı okulu özler veya işini kaybeder? Kaç kişi eşi tarafından dövülür veya öldürülür?” gibi soruları da sormak gerekiyor. Elimizdeki tüm veriler isabetli ve güvenilir olsa bile “Neyi sayıyoruz? Neyi sayacağımıza kim karar veriyor? Sayıları birbirine kıyasla nasıl değerlendiriyoruz?” gibi soruları sormaktan vazgeçmemeliyiz. Bu bilimsel değil politik bir görev. Dikkate alınması gereken tıbbi, ekonomik ve sosyal hususları dengelemek ve kapsamlı bir politikayla karşımıza gelmek ise politikacılara düşüyor. Benzer şekilde, mühendisler kapanma döneminde çalışmamıza yardımcı olan yeni dijital platformlar ve enfeksiyon zincirini kırmamıza yarayan yeni gözetim araçları yaratıyor. Ancak dijitalleşme, gözetim mahremiyetimizi tehlikeye atıyor ve eşi görülmedik totaliter rejimlerin yolunu yapıyor. 2020’de kitle gözetimi hem daha meşru hem daha yaygın hale gelmiş durumda. Salgınla mücadele önemli, ama bu arada özgürlüğümüzü yok etmeye değer mi? Yararlı gözetim ile distopya kâbusları arasındaki doğru dengeyi mühendislerin değil politikacıların bulması gerekiyor.
Mahrem veriler siyasi partinin eline geçmemeli
Salgın hastalık dönemlerinde bile bizi dijital diktatörlüklerden ciddi ölçüde koruyabilecek üç temel kural var. Birincisi, insanlar hakkında – vücutları içinde olup bitenlere dair bilgiler başta olmak üzere – hangi veriyi toplarsanız toplayın, bu veriler manipülasyon, kontrol veya zarar vermek için değil insanlara yardım etmek üzere kullanılmalı. Bugün doktorum benim hakkımda son derecede mahrem bilgilere sahip. Ancak rahatsızlık duymuyorum, çünkü doktorumun bu verileri benim yararıma kullanacağına güveniyorum. Doktorum bu veriyi herhangi şirkete veya siyasi partiye satmayacaktır. Kuracağımız herhangi bir “pandemi gözetim kurumu” da bu şekilde davranmalı.
Gözetim yukarıdan aşağı tek yönlü olmamalı...
İkincisi, gözetim her zaman çift taraflı olmalı. Gözetim sadece yukarıdan aşağı doğru olursa, bu yol dosdoğru diktatörlüğe çıkar. Dolayısıyla bireylerin gözetimini artırdığınız zaman devletin ve büyük şirketlerin gözetimini de artırmanız gerekir. Örneğin bu krizde devletler muazzam miktarlarda para dağıtıyor. Fonların tahsis süreci daha şeffaf hale getirilmeli. Bir yurttaş olarak kimin ne kadar para aldığını ve paranın nereye gideceğini kimin karar verdiğini kolayca öğrenmek istiyorum. Paranın falanca bakanın ahbabına ait büyük bir şirkete değil de gerçekten ihtiyacı olan yerlere gittiğinden emin olmak istiyorum. Devlet salgın sürerken böyle bir izleme sistemi kurmanın çok zor olduğunu söylerse inanmayın. Sizin ne yaptığınızı izlemek çok zor değilse devletin ne yaptığını izlemek de çok zor olamaz.
Diktatörlüğü önlemek verimsizlikten iyidir
Üçüncüsü, ister salgın sırasında ister sonrasında olsun bunca verinin tek bir yerde toplanmasına asla izin vermeyin. Veri tekeli diktatörlüğe hazırlık anlamına gelir. Pandemiyi durdurmak için insanların biyometrik verilerini toplayacaksak, bu işlemin emniyet tarafından değil bağımsız bir sağlık kurumu tarafından yapılması gerekiyor. Elde edilen veriler bakanlıkların ve büyük şirketlerin diğer veri depolarından ayrı bir yerde tutulmalı. Elbette bu durum bazen veri fazlasına ve verimsizliğine yol açacaktır. Ancak verimsizlik bir arıza değil niteliktir. Dijital diktatörlüğün yükselişini önlemek istiyor musunuz? O zaman biraz verimsizlikten zarar gelmez.
Politikacılar sorumluluğun hakkını maalesef veremedi
2020’deki eşi görülmemiş bilimsel ve teknolojik başarılar Covid-19 krizini çözmeye yetmedi. Bu başarılar salgını doğal bir musibetten siyasi bir ikileme dönüştürdü. Kara Veba milyonları öldürürken kral ve imparatorlardan pek bir şey beklenmiyordu. Veba salgınının ilk dalgasında İngilizlerin neredeyse üçte biri öldü, ancak bu gerçek İngiltere Kralı III. Edward’ı tahtından etmedi. Salgını durdurmak hükümdarların eline değildi, o yüzden kimse onları başarısızlıkla suçlamadı. Fakat bugün insanlık Covid-19’u durduracak bilimsel araçlara sahip. Vietnam’dan Avustralya’ya kadar pek çok ülke aşı olmasa bile eldeki araçların pandemiyi durdurabileceğini kanıtladı. Ne var ki bu araçların yüksek ekonomik ve sosyal bedelleri var. Virüsü yenebiliriz, ancak zaferin bedelini ödemek isteyip istemediğimizden emin değiliz. İşte bu yüzden bilimsel gelişmeler siyasilere muazzam bir sorumluluk yüklüyor. Maalesef çoğu politikacı bu sorumluluğun hakkını veremedi. ABD ve Brezilya’nın popülist devlet başkanları tehlikeyi önemsiz gösterdi, uzmanlara kulak vermeye yanaşmadı ve bunun yerine komplo teorilerini tedavüle soktu. Sağlam bir federal eylem planı yapmak yerine eyalet ve belediyelerin salgını durdurma girişimlerini sabote ettiler. Trump ve Bolsonaro yönetimlerinin ihmalkârlığı ve sorumsuzluğu yüz binlerce cana mal oldu; hâlbuki bu kayıplar önlenebilirdi. İngiltere’de ise hükümet başlarda Covid-19’dan çok Brexit ile meşgul göründü. Johnson yönetimi tüm izolasyonist politikalarına karşın Britanya’yı gerçekten uzak durması gereken tek şey olan virüsten izole edemedi. Memleketim olan İsrail de kötü siyasi yönetimden zarar gördü. Tayvan, Yeni Zelanda ve Kıbrıs gibi İsrail de aslında bir “ada ülke”, yani sınırları kapalı ve Ben Gurion Havalimanı dışında bir giriş kapısı yok. Yine de pandeminin zirve yaptığı günlerde Netanyahu hükümeti insanların herhangi bir karantina, hatta düzgün bir tarama bile uygulanmadan havaalanından geçişine izin verdi ve kendi koyduğu sokağa çıkma yasaklarını savsakladı. Sonrasında hem İsrail hem de İngiltere aşı alımında erken hamle yaptılar, ancak başlangıçtaki yanlış kararları pahalıya mal oldu. Britanya’da pandemi 120.000 kişinin ölümüne sebep oldu ve bu rakamlarla ülke dünya ortalama ölüm oranlarında altıncı sıraya çıktı. İsrail ise kesin vaka sayısında yedinci sırada yer aldı ve felaketi önlemek adına son çare olarak Amerikalı Pfizer şirketiyle “veri karşılığı aşı” anlaşması yaptı. Pfizer İsrail’e çok yüksek miktarda değerli veri karşılığında tüm nüfusuna yetecek kadar aşı tedarik etmeyi kabul etti; bu durum bir yandan mahremiyet ve veri tekeli konusunda endişe yaratırken, diğer yandan günümüzde vatandaşlara ait verilerin bir devletin en değerli varlıklarından biri olduğunu kanıtladı. Bazı ülkeler çok daha iyi performans sergiledi; ama insanlık genel olarak şu ana kadar ne pandemiyi kontrol altına almayı ne de virüsü yenecek global bir planlama yapmayı başarabildi. 2020 yılının ilk ayları bir kazayı ağır çekimde izlemek gibiydi. Modern iletişim araçları sayesinde dünyanın her yerinde önce Wuhan, sonra İtalya, daha sonra ise giderek artan sayıda ülkeden gelen gerçek zamanlı görüntüleri izleyebildik; ne var ki felaketin dünyayı bir girdabın içine çekmesini önleyecek küresel ve öncü bir irade ortaya çıkmadı. Araçlar orada duruyordu, ama çoğu zaman siyasi akıl ortalarda yoktu.
Bilim insanları başardı siyasiler sınıfta kaldı
Bilimsel başarı ile siyasi başarısızlık arasında bu kadar büyük bir fark olmasının sebebi, siyasiler birbirine kin beslemeye devam ederken bilim insanlarının küresel iş birliği içine girmesiydi. Tüm dünyadan bilim insanları büyük bir stres ve belirsizlik ortamında çalışmalarına rağmen bilgilerini özgürce paylaştılar ve birbirlerinin bulgu ve görüşlerine güvendiler. Birçok önemli araştırma projesi uluslararası ekipler tarafından yürütüldü. Örneğin, kapanma tedbirlerinin etkinliğini ortaya koyan çok önemli bir çalışma biri İngiltere, üçü Çin ve beşi ABD’de yer alan dokuz kuruma mensup araştırmacılar tarafından ortaklaşa gerçekleştirildi. Bunun aksine politikacılar virüse karşı uluslararası ittifak oluşturmayı ve bir küresel plan belirlemeyi başaramadılar. Dünyanın başta gelen iki süper gücü olan ABD ve Çin birbirlerini önemli bilgileri kendine saklamakla, dezenformasyonla ve komplo teorilerini, hatta bizzat virüsü kasıtlı olarak yaymakla suçladılar. Görünüşe bakılırsa diğer birçok ülke de salgının seyrine dair verileri ya tahrif etti ya da kendine sakladı.
Aşı milliyetçiliği, küresel eşitsizliğe neden oluyor
Küresel işbirliği eksikliği yalnızca bu bilgi savaşlarında kendini göstermiyor; sınırlı tıbbi ekipmana ilişkin ihtilaflarda daha da belirgin hale geliyor. İşbirliği ve cömertlik konusundaki birçok iyi örneğe rağmen eldeki tüm kaynakları bir havuzda toplama, küresel üretimi düzenleme ve kaynakların adaletli bir şekilde dağıtımını sağlama yönünde ciddi bir girişim olmadı. Özellikle “aşı milliyetçiliği”, nüfusunu aşılatabilenler ile aşılatamayanlar arasında yeni tür bir küresel eşitsizlik yaratıyor. Virüs herhangi bir yerde yayılmaya devam ettiği sürece hiçbir ülke kendini güvende hissedemez. Bu denli çok sayıda insanın bu kadar basit bir gerçeği görememesi üzücü. İsrail veya İngiltere’nin kendi sınırları içinde virüsü yok ettiğini farz edelim; virüs yine de Hindistan, Brezilya veya Güney Afrika’daki yüz milyonlarca insan arasında yayılmaya devam edecek. Uzak bir Brezilya kasabasındaki yeni bir mutasyon aşıyı etkisiz hale getirip yeni bir enfeksiyon dalgasına yol açabilir.
Virüsle küresel savaştan çıkarılacak dersler
Mevcut acil durum ortamında kendinden önce başkalarını düşünmek ulusal çıkarların önüne geçemeyebilir. Ancak mevcut acil durum ortamında küresel işbirliği kendinden önce başkalarını düşünmek anlamına gelmiyor. Ulusal çıkarları korumak için özsel bir önem taşıyor. 2020’de yaşananlara dair tartışmalar uzun yıllar yankı bulmayı sürdürecek. Ancak politik görüşü ne olursa olsun herkesin en az üç temel ders çıkarması gerekiyor. Birincisi, dijital altyapımızı güvence altına almalıyız. Bu salgın sırasında kurtuluşumuz oldu, ancak kısa süre içinde daha vahim bir felaketin kaynağı olabilir. İkincisi, her ülke kendi halk sağlığı sistemine daha fazla yatırım yapmalı. Bunu söylemeye bile gerek yokmuş gibi geliyor, ancak politikacılar ve seçmenler bazen en açık görevleri bile görmezden gelmeyi başarabiliyor. Üçüncüsü, salgınları izlemek ve önlemek için güçlü bir küresel sistem kurmamız gerekiyor. İnsanlar ile patojenler arasındaki kadim savaşta, cephe hattı her bir insanın vücudundan geçiyor. Bu hattın gezegendeki herhangi bir yerde delinmesi halinde hepimiz tehlikeye gireriz. En gelişmiş ülkelerdeki en zengin insanların en az gelişmiş ülkelerdeki en yoksulları koruması aslında kendilerine yarayacak. Çok uzak bir ormandaki yoksul bir köyde bir yarasadan insana sıçrayacak yeni bir virüs birkaç gün içinde Wall Street’te dolaşıyor olabilir.
Politik gücü ve bütçesi olan bir örgüt gerekli
Dünya Sağlık Örgütü ve benzer birkaç kurum global bir salgınla mücadele sistemi için bir iskelet sunuyor. Ancak bu oluşumları destekleyen bütçeler zayıf ve neredeyse hiçbir politik etki gücü yok. Sisteme bir miktar siyasi nüfuz ve çok daha fazla para sağlamamız gerek; sırf kendi çıkarı için çalışan politikacıların kaprislerine bağımlı olmaktan kurtulmasının tek yolu bu. Daha önce belirttiğim gibi, kritik politik kararları alma görevinin seçimle gelmemiş uzmanlar tarafından üstlenilmesi gerektiğine katılmıyorum. Bu görev politikacıların özel alanında kalmalı. Fakat bir tür bağımsız küresel sağlık kurumu tıbbi verileri derlemek, potansiyel tehlikeleri izlemek, uyarılar yapmak ve Ar-Ge’yi yönlendirmek için ideal platform olabilir. Birçokları Covid-19’un yeni bir salgın dalgasının başlangıcı olmasından korkuyor. Ancak yukarıda belirtilen dersleri çıkarırsak, Covid-19 şoku gelecek salgınların bu kadar yayılmamasını sağlayabilir. İnsanlık yeni patojenlerin ortaya çıkmasını önleyemez. Bu milyarlarca yıldır süregelen doğal ve evrimsel bir süreç ve gelecekte de devam edecek. Ancak bugün insanlık yeni bir patojenin yayılmasını ve salgına dönüşmesini önlemek için gereken bilgi birikimine ve araçlara sahip. Covid-19 her şeye rağmen 2021 yılında da yayılmaya ve milyonları öldürmeye devam edebilir; hatta 2030 yılında daha ölümcül bir pandemi insanlığı vurabilir. Gelgelelim bundan böyle salgınlar ne kontrol edilemez bir doğal felaket ne de Tanrının verdiği bir ceza olacak. Getirdikleri sonuçlar ise insan hatasından, daha açık bir ifadeyle, politik başarısızlıklardan kaynaklanıyor olacak.
Copyright © Yuval Noah Harari 2021