Bir filmde ve bir belgeselde New York

Apple TV+’da On The Rocks ve Netflix’te Pretend It’s A City sayesinde, uzaktaki şehirleri özlemekle yetindiğimiz bu dönemde New York’a gitmiş kadar oluyoruz Derin Koçer  New York tabii ki bir ‘doğa harikası’ değil ama bir benzerine rastlamak mümkün mü? Hele de yaşam alanlarımızın bir yıla yakın süredir evlerimizden salonlarımıza, zaman zaman salonlarımızdan yatağın çevresine kadar daraldığı bir dönemde, uzaktaki şehirlere beslediğimiz irrasyonel özlemleri de düşününce… New York gibisini bulmanın imkansızlığı gittikçe büyüyor.  Sofia Coppola’nın yeni filmi On The Rocks (Apple TV+) ve Martin Scorsese’nin arkadaşı, New York’un huysuz yazarı Fran Lebowitz’in şehre dair homurdanmalarını kaydettiği Pretend It’s A City (Netflix) bu anlamsız duygu karmaşalarının ortasında ‘başka şehirler’ ile iletişim kurmamızı sağlıyor aslında. Üstelik yine yatağın çevresini de evin salonunu da terk etmeye gerek duymuyoruz.  On The Rocks sıradan bir New York’lu olarak yaşamını sürdürmeye çalışan yazar bir annenin (Rashida Jones), çapkın babasıyla (Bill Murray) bir olup kocasının hayatını didiklemesini anlatıyor. Hikâyede de Coppola’nın işlemeye çalıştığı temalarda da orijinal bir şey yok aslında ama film, izleyiciyi paçalarından tutup New York’ta sağa sola sürüklüyor. Şehir bir noktadan sonra, filmin bir oyuncusuna dönüşüyor. Ama bir Alicia Keys şarkısı gibi büyülü, büyük ve gerçekdışı bir iddiayla yapmıyor bunu. Parlak reklam panolarının değil, hızlı hızlı yürüyüp kimseye zaman ayıramayan insanların şehrini görüyoruz. ‘Gitmiş kadar olmak’ gibi bir his geçiyor ister istemez. (Epeyi de gülüyoruz! Ona da en az şehirler kadar ihtiyacımız var!)  Lebowitz’in yedi bölümlük tiradı Pretend It’s A City’de Lebowitz’in homurdanmalarını ise pek bir şeyden memnun olmamayı spor haline dönüştüren milyonlarca New York’ludan birinin söylenmeleri gibi dinlemek lazım. Arkadaş ortamında sohbeti kızıştırmak için söylenecek manipülatif sözlerin çok ötesine gitmiyor Lebowitz. Eski New York yerinde değilmiş! İçi buna yanan bir New York aşığı, uzunca bir tirat atıyor yedi bölüm boyunca. Huysuzluğuna güldürmeyi de birkaç saniye süren ‘Haklı aslında’ düşüncesini kafamıza kakmayı da iyi biliyor yıllardır pek bir şey yazmayan yazar. Kendi monoloğuna o kadar âşık ki Scorsese’nin arada bir hikâyeye dahil olma çabasına bile pek gerek duymuyor.   Fakat bütün söylenmelerinin, homurtularının ortasında gelen “‘Neden New York’u terk etmiyorsunuz o zaman?” sorusuna Lebowitz’in verdiği cevap, zamanın ruhuyla -ilginç bir şekilde- uyuşuyor: “Gidebileceğim bir yer olsaydı, giderdim. Ama yok.” Ben de, biliyorum ki on milyonlarca insanla ortak bir şekilde, gidebilecek yerler arıyorum aylardır. Gidebilecek herhangi bir yer bulabileceğimiz zamanları iple çekiyoruz.  Homurdanmak herkesin hakkı; meselenin ustası Lebowitz kusura bakmazsa (ki kesin bakacaktır!) hepimiz homurdanacağız biraz. On The Rocks’ı izlerken de söyleneceğiz, Lebowitz ile Scorsese’yi dinlerken de. “Bir gün mutlaka” deyip duracağız; aylardır deyip durduğumuz gibi. Bir gün, mutlaka! Ama o güne kadar, elde filmler var.  
Yenidoğan çetesi skandalı 4 ile daha sıçradı Kürtlere TC devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum Bakanlık satışını yasakladı İran'a verilecek yanıtı konuşmak için henüz çok erken Meteoroloji'den 8 il için sarı kodlu uyarı Üç virüslü bir salgının ortasındayız