1955 yılının İstanbul’u… Eski mahkum, yeni kulis sorumlusu Matilda, varlığından habersiz kızı Raşel ile birlikte yaşam mücadelesi verirken, bir yandan da onu Beyoğlu’nun hızlı genci Fıstık İsmet’ten sakınmaya çalışıyor. Ama bunu patronu Orhan, müessese müdürü Çelebi ve sahnelerin yükselen yıldızı Selim’le birlikte çalışmanın yollarını bularak yapmak zorunda. Senaryosunu Necati Şahin, Rana Denizer, Ayşin Akbulut, Serkan Yörük ve Bengü Üçüncü’nün yazdığı Kulüp, Netflix’te sadece nostalji rüzgarları estirmekle kalmıyor. Bir gece kulübünden yola çıkarak bizlere farklı inanç ve yaşam tarzlarının bir arada var olduğu bir İstanbul’u anlatıyor. Bir televizyon dizisinde ilk kez ana karakter olarak Sefarad Yahudisi bir kadının yer alması ve onun konuştuğu dil olan Ladinoyu kullanması bakımından da ayrıca önemli. Yönetmenlik koltuğunu Zeynep Günay Tan ve Seren Yüce’nin paylaştığı yapımda, Sefarad adetlerini doğru yansıtabilmek için yapım sırasında Türk Yahudi Toplumu üyelerinden danışmanlık alındı.
“Matilda kızını, kendi kaderinden koruyor”
GÖKÇE BAHADIR (Matilda) • Matilda’nın nasıl âşık olduğunu ben de bilmiyorum çünkü aşkın nedeni olmazmış gibi geliyor. Annesini küçük yaşta kaybedince erken olgunlaşıyor. Mümtaz’a güveniyor ve aşkı uğruna herkesi karşısına alabilecek cesarete sahip ama maalesef sevdiği adamın büyük ihanetiyle tüm hayatları değişiyor. Matilda kalbini dinleyen, güçlü bir kadın ve ezber bozuyor çoğu zaman. Kendi doğru olduğuna inandığı şeyi yapıyor. Kızını da bu yüzden doğurmaya karar veriyor. • Kızının hayatına ilk başta girmek istemiyor çünkü aradan 17 yıl geçmiş ve Raşel’in kendisini istemeyeceğini tahmin ediyor. Bununla savaşacak gücü de yok. Bu, kızının zor durumda olduğunu görene kadar sürüyor. Matilda en sevdiği kişinin ihanetine uğradığı için güven duygusu çok zedelenmiş, bu yüzden Raşel’in kendi kaderini yaşamasını hiç istemiyor. Kızını kendisinden başka kimsenin kurtaramayacağına inanarak hayatını buna adamaya karar veriyor. Birbirlerinden yıllarca uzak kalmış bir anne-kızın birbirlerini tanıma ve kazanmaya çalışma hikayesini en dokunaklı haliyle izleyeceğiz.
“İsmet’in cesareti onu cazip kılıyor”
BARIŞ ARDUÇ (Fıstık İsmet) •
İsmet şahsına münhasır bir adam. Toplum baskısı, birtakım kalıplaşmış fikirler, genel yargılar vereceği kararlara ya da hayat tarzına hiçbir şekilde etki etmiyor. Her zaman ne istiyorsa, içinden ne geliyorsa kendi karar veren bir adam. Hayatında ve kadınlarla olan ilişkilerinde onun için en önemli kavram dürüstlük. Yalan kırmızı çizgisi. O dönemde de kendine iyi bakan, hoş görünümlü bir adamın asla yalan söylemeden, her şeyi göze alabilen cesareti ile hayatına devam edişi, onu cazip hale getiriyor. • İsmet’le babasının hayattan beklentileri çok farklı, o yüzden çok ayrışıyorlar. Yalana karşı alerjik oluşu ve hiçbir koşulda yalan söylememesinin nedeni de o. Baba evde olmayan, tamamen kendi çıkarlarını düşünen, bencil bir adam. Babasının tavırlarına rağmen her koşulda böyle bir adamı koruyan, kollayan, hakkını aramayan, erkek hegemonyasını kabul eden ve hiçbir itirazı olmayan bir anne figürüne sahip olduğu için bu tarz yaklaşımları olan kadınlara da saygısını yitiriyor. Ve o gün geldiğinde tüm ezberlerini bozacak bir kız hayatını değiştiriyor.
“İlk oyunculuk deneyimim”
ASUDE KELEBEK (Raşel) • Bu benim ilk oyunculuk deneyimim. Her şeyin başında hayatım standart üniversite öğrencisi rutinindeydi. Tiyatro topluluklarına, okumalarına katıldım ama oyunculuk yönünde ufak doğaçlamalar dışında bir şey yapamıyorduk. Kamera önü için seçmelere giriyordum, seçilmiyordum. Tam önüme bakayım dediğim bir dönemde bu iş için benden deneme istendi. Sonunda Zeynep Günay Tan’ın önüne çıktım. Rolü emanet edecek kadar güvenebilmeleri için tekrar tekrar denemeler… Hepsi aylar süren süreçler. Sonrasında o ve Seren Yüce ile Raşel’in kendisiyle ve çevresiyle kurduğu ilişki hakkında bir sürü doğaçlama yaptık. Tansu Biçer hocam ve Tülin Özen ile karakter yaratmak ve onu anlamak üzerine çalıştık. Sınırlarıyla ve özgürlükleriyle dünyaya Raşel’in gözünden bakmaya çalıştım.
“Selim için Zeki Müren’in yenilikçiliğinden yola çıktık”
SALİH BADEMCİ (Selim Songür) • Selim ilerlediği rotada hayal gücünü rehber seçmiş, rüyasını gördüğü sahne dünyasına odaklı biri. O dönemin yenilikçi isimleri Zeki Müren, Erol Büyükburç gibi isimlerden yola çıktık. Selim’i canlandırmadan önce herhangi bir kayıt izlemedim, dönemin yenilikçi ruhunu taşımaya ve var etmeye çalıştım. • Selim, kendi hayalleri olan biri. Sanatla ilgilenmek ve sahnede var olmak isteyen biri. Bu nedenle de mühendislik mezunu olmasına rağmen sanatı tercih ediyor. Bu da tabii ailesi tarafından kabul görmeyen biri olmasına yol açıyor. Aile kavramını çok tanıyamadığı için yerine herhangi birini de koymuyor. Tek odağı sanatını icra etmek.
“Nereye gitti bu insanlar?”
FIRAT TANIŞ
(Çelebi) Kuşkusuz her yapım, kaynağı olan toplumsal alegoriden yola çıkar, beslenir ya da ona değinir. Bu anlamda düşünürsek “memleket bir kulüptür” demek pek de yanlış olmaz. Kulübü var eden insanların her biri tek tek, günümüz Türkiyesiyle emek-insan bağlamında değerlendirilip kıyaslanabileceği gibi; fondaki çok dilli, dinli, kültürlü toplum günümüz Türkiyesiyle toplumsal hafıza, uzlaşı, diyalog, tahammül bağlamında değerlendirilip kıyaslanabilir. Emeğin kutsallığı malum neredeyse yüzyılların konusu; muhakkak yapımın çerçevesinde seyirciye söyleyecek çok sözü var ve olacak da. Ancak bence bundan ayrı ve belirgin olarak Kulüp’te yaratılan muhteşem dönem atmosferinin seyirciye söyleyeceği sözden öte soracağı bir soru olduğunu da düşünüyor ve umut ediyorum : “Nereye gitti bu insanlar ?”
O insanlar gitmeseydi İstanbul nasıl bir yer olurdu?
METİN AKDÜLGER (Orhan) • 50’ler Türkiye’nin yaşayış biçimini ve kimliğini oluşturmakta olduğu, insanların hafta sonu çalışmamak, kendilerine zaman ayırmak gibi yeni kavramlarla tanıştıkları yıllar. Kulüp İstanbul da böyle bir zamanda kapılarını açan yenilikçi eğlence mekanlarından biri ve hatta en iddialı olanı diyebilirim. Orhan, değişen dengelerin arasındaki fırsatları değerlendirmeye çalışan ve bunun için risk alması gerektiğini bilen biri. • İstanbul’da eğlence hayatı bugün de devam ediyor ama artık mekanlar ve oyuncuları neredeyse tamamen değişti. 50’ler İstanbul’unda yaşayan ve dönemin yıkımına maruz kalan birçok renk artık aramızda değil. Beyoğlu’nun, İstanbul’un aslında sanıldığından da büyük bir potansiyeli olduğunu düşünüyorum. O dönemde var olan çok az mekan hâlâ yerinde duruyor. Acaba insanlar o mekanları kapatıp gitmek zorunda kalmasalardı nasıl bir İstanbul’da yaşardık? Bilemeyiz ama hayalini kurabiliriz.