FT’nin popüler yazarlarından Kuper, provokatif bir tartışma açıyor: “Doğal olan her şey iyi değil. Çünkü doğa fetişistleri aşı karşıtlığını yüreklendirdi, genetiği değiştirilmiş gıdalara itiraz etmeleri yüzünden açlık daha da arttı”
Simon Kuper
İnsanlara günümüzün en tehlikeli ideolojileri nedir diye soracak olsanız, herhalde en çok otoriterlik, ırkçılık ve radikal İslamcılık cevabı gelir. Benim bu liste için bir adayım daha var: Doğa fetişizmi. Yani, “doğal” olan şeylerin iyi, “doğal olmayanların” kötü olduğu inancı. Yirmi yıl kadar önce doğa fetişizmi zararsız bir heves veya haddinden fazla pahalı “organik” tüketim mallarını pazarlamak için tatlı bir taktik olarak görülebilirdi. Ancak doğa fetişistleri ne yaptığının farkında olmayan katillere dönüştü. Aşı karşıtlığı denen ölümcül hareketi yüreklendirdiler; genetiği değiştirilmiş gıdalara itiraz etmeleri yüzünden açlık daha da arttı; nükleer enerji karşısında kazandıkları zaferler ise gezegenin kavrulmasına sebep oluyor. Hızlı teknolojik ilerlemenin yaşandığı dönemler daima bir doğaya dönüş hareketini beraberinde getirir. Bunun destekçileri ise hep gerçek doğayla arasına belli bir mesafe koyan şehirliler olur.
Sanayi Devrimi’ne karşı olmak gibi
19. yüzyılda Romantiklerin bir kısmı Sanayi Devrimi’ne tepki gösteriyordu. Modern doğa fetişizminin tarihi ise 1970’lerde nükleer enerji santrallerine dönük protestolara uzanıyor. Almanya’nın Yeşiller hareketi de buradan doğdu. Doğa fetişizmi yıllar boyunca zengin ülkelerde yaşayanlar için kişisel kimliği oluşturmaya dönük risksiz bir yatırımdı: Banyo için sıcak suyunuzun kesilmeyeceğini bilince nükleer enerjiye rahatça itiraz edebiliyordunuz; kendi çocuklarınızı güvende tutmaya yetecek kadar çocuğun aşılandığını bilince kızamık aşısını reddedebiliyordunuz; açlıktan ölmeyeceğinizi bilince genetiği değiştirilmiş gıdalara karşı çıkmak kolaydı. Doğa fetişistleri modernliğin ölümcül olduğuna inanıyor. “Saflığa” önem veriyor ve kurumları aşağılıyorlar. Karşı görüşte olanları nükleer, ilaç ve/veya GDO sektörlerine yem olmuş sayarak önemsiz görüyorlar. Gelgelelim çoğu fetişist göründüğünden çok daha kurnaz. İnancı için kendini tehlikeye atan, hatta rahatını bozanların sayısı bile çok az. Mesela kanseri ilaç ve kemoterapi yerine bitkilerle iyileştirme hevesi sönmüş görünüyor. Doğa fetişistleri modernliğin hangi parçasını reddedeceğini seçme konusunda usta. Yazar Joel Silberman, “Kimsenin şebeke suyunun doğal olmamasıyla derdi varmış gibi görünmüyor” diyor.
“Nükleer karşıtlığından onlar sorumlu”
Ama fetişistler kendi inançları uğruna gezegenin veya uzaklarda açlık çeken insanların acı çekmesinden memnun. Nükleer enerji karşıtlığını ele alalım. Bu tutum esas olarak üç büyük kazayla alevlendi: 1979 Pennsylvania Three Mile Adası, 1986 Çernobil ve 2011 Fukuşima felaketleri. İlk felakette kimsenin ölmemiş olması onlar için önemli değil. Aslında, her yıl fosil yakıtların yol açtığı 8 milyon erken ölümün yanında, Çernobil’deki ölü sayısı bile sönük kalıyor. Ama onlar için bugünkü nükleer santrallerin Sovyet modellerine göre çok daha emniyetli olmasının da bir önemi yok. Fukuşima, modern bir nükleer tesis eridiğinde neler olacağına dair doğal bir deney sundu: BM raporuna göre “Fukuşima sakinleri arasında sağlık açısından doğrudan radyasyona maruz kalmaktan kaynaklanan herhangi olumsuz etkiye rastlanmadı.” İklim değişikliği ile mücadele için nükleer enerjiye ihtiyacımız var. Nükleer yüksek miktarda güvenilir ve düşük karbonlu enerjiye ulaşmamızın en iyi yolu olmaya uzun süre daha devam edecek. ABD 2050’ye gelindiğinde net sıfır karbon emisyonuna ulaşmak istiyor ama ABD Enerji Enformasyon İdaresi (EIA) tahminlerine göre, o zaman bile yenilenebilir enerjiler ülkenin toplam elektrik üretiminin sadece yüzde 42’sini karşılayabilecek. Ama doğa fetişistleri ABD, Almanya ve Japonya’nın nükleere sırt çevirmesini sağlamayı başardı. Uluslararası Enerji Ajansına göre, gelişmiş ülkeler 2040’a gelindiğinde nükleer kapasitelerinin üçte ikisini kaybetmiş olacak. Tuhaftır, doğa fetişizmi yeşil karşıtı olup çıktı. Doğa fetişistlerinin genetiği değiştirilmiş gıdalara açtığı savaş da aynı derecede zarar verici. Elbette GDO sektörü için ciddi ve sert düzenlemeler gerekiyor. Ancak insanlığın onda biri yeterince beslenemiyor ve GDO’lu ürünler bu durumu düzeltebilir. Ayrıca gübre, herbisit ve pestisit ihtiyacını azaltan yeni mahsuller yaratılmasını sağlayabilir. Akademik çalışmalar sürekli olarak GDO’lu gıdaların güvenle tüketilebileceği yönünde bulgular yayınlıyor. Kaldı ki bilim insanlarının sürekli işaret ettiği üzere, hemen hemen tüm gıdaların genetiği zaten değişmiş durumda.