Önceki kitaplarıyla Sait Faik ve Yunus Nadi ödüllerine değer görülen Başar Başarır’ın yeni romanı Dolunay İki Gece Sürer (Can Yayınları), hem bir baba kız çatışmasını hem de Türk – Yunan dostluğunu ve çekişmesini anlatıyor. Zaman olarak 2001’de geçen romanda ilkin mis gibi Doğu-Batı kültürünü almak varken Fransızca seçmeli ders seçen mühendislik öğrencisi Gamze ve mübadillerin acılarını yaşamamasına rağmen sanki yaşamış gibi anlatan, milli duyguları epey kabarık baba İlhan Sami Bey’le tanışıyoruz. Anne Feriha her ne kadar dünyadan göçmüş olsa da bir hayalet misali ikisinin ve okurun da zihninde yaşamaya devam ediyor. Kendini “mağdur mübadil” yerine koyan İlhan Sami Bey’in başına gelebilecek en kötü şey geliyor: Kızı Gamze bir Yunan gencine âşık oluyor. Burada duracağım, roman elbette bu kısacık bilgilerden ibaret değil, bundan sonrasını okurun merakına ve iştahına bırakalım. Şenlikli bir roman Dolunay İki Gece Sürer. Başar Başarır’la işte tüm bunları konuştuk.
Dolunay İki Gece Sürer’i yazmaya ne zaman başladınız, nasıl geçti yazma süreci? 2016’da Sibop’u yayınevine teslim eder etmez kaşınmaya başlamıştım. O yaz İyon denizinde, iki komşu Yunan adasındaydık, Kefalonya ve İthake, hatta 15 Temmuz saçmalığına da oradayken yakalandık. Ertesi sabah derhal karayoluyla ülkemize dönmek üzere yola çıktık. Hep birlikte, ülke olarak çok yıpratıcı, acılarla dolu bir döneme girmiştik. Ben işte o yaz, tarih boyu Türk-Yunan ilişkileri bağlamında, ama aynı zamanda aile içinde sürüp giden kötülüklerin, o kötülük sarmalının hikâyesini üst üste koyup yazmaya karar verdim. Yani gözümü başka bir yere çevirdim. 2000’li yılların başına sizi götüren neydi peki? 2001 yılı kendini dayattı diyebilirim. Birden fazla sebep var. Evvela 2001 Türk-Yunan komşuluğunun son iyi senesidir. İsmail Cem-Yorgo Papandreu muhabbetini, birlikte sirtaki oynayışlarını, kafa çekişlerini o günleri yaşayan herkes hatırlıyordur sanırım. İkinci sebep 2001’in ekonomik kriz yılı olmasıdır. Türkiye için dönüşümün, başkalaşımın başlangıç noktasıdır. Aynı zamanda 1923 mübadelesini yaşamış, o günleri hatırlayan çocukların yaklaşık ömür çizgisidir 2001, ki bu benim romanımın kurgusu için elzem bir çizgidir. Bana hayatta olma ihtimali olan bir “amca” lazımdı. Ha öbür tarafı da düşünmeliyiz; mesela Yunanistan 31 Aralık 2001 gecesi Avro’ya girmiş, Drahmi’yle vedalaşmıştır. Alın size travma. Son olarak, 11 Eylül saldırıları nedeniyle 2001 yılı, bence, yeni bir dünya savaşının başlangıç noktasıdır. E daha ne? Romanın bülteninde “ters köşelerle dolu muzip, hınzır” deniyor, aslında bu tüm kitaplarınız için geçerli. Sizi bu dile, bu anlatıma götürenler nedir? Okuduklarımdır. Daha doğrusu okurken hissettiklerimdir. “Edebiyat” adı altında dolaşımda olan o ağır, sıkıcı, dertli, ah vah eden ve kendine acıyan metinleri okurken bana hafakanlar basıyor. Oysa eskiler ne güzel söylemişler: Lafın iyisi şakayla otururmuş. Evet acılarımız, meselelerimiz var ama ölmüyoruz işte. Eğer ölmüyor da yaşıyorsak, bu halimizi biraz sarakaya almamız gerekir diye düşünüyorum. Yaşarken de, yazarken de…
“Mübadele bir makas gibi kesip atmıştır milyonlarca insanın geçmişini”
Mübadil torunu olduğunuzu öğrendim, sizin ailenizdeki mübadil hikâyesiyle İhsan Sami Bey’inki nasıl birbiriyle buluştu? Mübadele bir makas gibi kesip atmıştır milyonlarca insanın geçmişini. Olacağı varmış olmuş diyelim, diyelim ama mübadeleyi ya da genel olarak muhacirliği yaşayan insanlar hiç unutamamış bırakıp geldikleri ata toprağını. Benim anne tarafım Giritlidir. Ancak annem Çanakkale doğumlu. Yani görmemiş, yaşamamış, o da büyüklerinden dinlediğini bize anlatırdı. Annemden dinlediğimiz hikâyelerin pek çoğunun kısmen kurgu ya da biraz hayal ürünü olduğunu yıllar sonra bizzat Girit’e gidince gördüm. İkinci kuşak Girit mübadilleri böyledir. O hiç görmedikleri adaya özlemle, hasretle bağlıdırlar. Biraz da gözlerinde büyütürler, bırakıp geldikleri zenginlikleri abartırlar. İşin aslı, aile ortamında tanık olduğum mübadele bahsi daha çok bir sızıdan, sızlanıştan ibarettir. Bir de mutfak kültüründen. Çünkü Girit’in otları kadar tazesi, adanın peynirleri, balı, kekiği kadar güzeli nerede bulunabilir ki?
“Bu romana 5 yılımı verdim”
2017 Yunus Nadi Roman Ödüllü Sibop çıktığı zaman sizinle ilgili yazılarda “öyküden romana geçiş yapan” diye başlıyordu cümleler. Roman yazmak iyi mi geldi?
Ortaya çıkan metnin formu değil de süreç, yazma süreci etkiledi beni sanırım. Sibop’u yazmak 4 yıl kadar sürmüştü, bu kez 5 yılımı verdim. Bu süre zarfında beynimin, ruhumun bir bölümü aralıksız bu metni yaşadı, ancak pratikte masaya oturup yazmamsa sadece 4 ay sürdü. Evet, roman yazmak ruhuma iyi geldi. Sebep mi? Sanırım yaşlanıyorum.
“Dünya çok daha yaşanır bir yer olacaksa kadınlar sayesinde olacak”
Bir cümle var romanda: “Babalığa ve kabalığa, keyfî iktidara direnişi”… Buradan da yola çıkarak bir baba olarak Gamze’yi nasıl düşündüğünüzü, nasıl yazdığınızı merak ediyorum…
Hep diyoruz ya, şu erkek iktidarı bir dağılsa, her alanda, her yerde bu kabalıktan, bu “dediğim dedikçilik”ten kurtulsak, hele şu insanüstü insan, özellikle de erkek arayışı bir bitse, dünya çok daha yaşanır bir hâl alacak, yani en azından ben böyle diyorum, biz diyoruz, hah işte bunlar olacaksa kadınlar sayesinde olacak. Gamze gibi kadınlar. Gamze’nin bir kadın olarak elbette ki erkeklere göre sürüyle üstünlüğü var doğuştan gelen. Feriha’nın kızı o bir kere, “kimseyi sevgisizlikle terbiye edemezsiniz” diyen Feriha’nın. İnceliğin, yumuşaklığın, sıcaklığın çocuğu. Ve tabii estetiğin, güzelin. Aynı zamanda Gamze bilim ve teknikle donanmış bir zihin. Yarının insanı yani. Hem sağ beyin hem sol beyin. Eksiklikleri, yanlışları yok mu? Elbette var. Bu yüzden daha da güzel, daha da iyi.
- Dolunay İki Gece Sürer / Başar Başarır / Can Yayınları / Roman / 384 Sayfa