Cemal’le arkadaşlığım, şüphesiz onun zeki ve yetenekli bir arkadaş olmasından kaynaklanıyordu. Sanat ve şiir konuşmalarımız pekiştirirdi bu arkadaşlığı… Bir konuyu ben bir ucundan tutardım, o öbür ucundan, ön ve arka yüzüyle anlamını ortaya dökmek isterdik adeta onun.” “…Düşüncesini de öfkesini de hemen ortaya koyar. (…) yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz. / …/ Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir. Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nazım da okur. Mülkiye sıralarında üç yıl aynı sırayı paylaşan iki yakın arkadaş Sezai Karakoç ve Cemal Süreya birbirlerini böyle anlatıyorlardı. Arkadaşlıkları, Muzaffer Erdost’un da katılımıyla Pazar Postası’nda devam etti ve böylece Mülkiye koridorlarındaki hararetli konuşmaları dergi sayfalarına sirayet etti. Çok geçmeden, üç arkadaşın dergide parıldayan amansız şiir-sanat tartışmalarına yeni halkalar eklendi ve Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın, Ülkü Tamer’in, İlhan Berk’in dahil olduğu ateşli konuşmaların fitili tutuştu. Farklı dünya görüşlerine mensup şairler, Türkçenin çağıldayan şiir ırmağında sırılsıklam bir halde dil ve üslup üzerine kafa yordular. Ana meseleleri, Garip’ten sonra şiirimizin hangi köke tutunarak filiz vereceğiydi. Peki sonra? Sonrası bildik bir Türkiye hikâyesi: Şairlerimiz kendi dünya görüşlerinin peşinden yürürken (artık üniversiteli ve genç olmaktan çıkıp da orta yaşlı yerleşik insanlar olduklarında) “öteki”lerin ne yaptığına karşı bazen kayıtsız bazen yabancı kaldılar. Tam bu noktada o meşhur ve meşum soruyu sormak akla gelir: Sezai Karakoç, İkinci Yeni’nin neresinde durur? Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan olsaydı ağız birliğiyle “orta yerinde” diye cevap verirlerdi. İkinci Yeni’yi güçlü kılan da bu tarifsizlik ve “bir şeyin içine sığmama hali” değil midir? Fakat şiirin poetikası üzerine konuşurken, dönemin şairlerini kendi politik önyargıları üzerinden sınıflayanlar, Sezai Karakoç’u bu halka içinde tutmamak için ellerinden geleni yaptılar ve bir sükût suikastına giriştiler. Şairin yalnızlığı belki cesaretlerini artırdı. Sezai Karakoç aşkın, yalnızlığın ve hakikatin şairidir. “Diriliş” ifadesiyle kavramsallaştırdığı insan ve uygarlık tezleri, onu metafizik gerilimi dinmeyen bir varoluş inşasına yöneltti. Son yıllarını bu idealleri uğruna kurduğu parti çalışmalarıyla sürdüren şair, hayatla kurduğu en temel ilişki üzerinden bakarsak yine de aşkın, yalnızlığın ve hakikatin şairidir. 1980-90’larda muhafazakâr gençlerin elinde teksir kâğıtlarıyla çoğaltılan Monna Rosa şiiri, aşk üzerine söylenmiş en görkemli dizeleri içerir. Üstelik Karakoç’un yerleşik /eski düzene karşı üslup olarak başkaldırının da şiiridir.
Utandırılmış aşk şiiri
Şair benliğine, insana, hayata, ülkeye, geleceğe bakarken Monna Rosa’daki kadar aşkın, aşık, coşkulu ve liriktir. Uygarlık savaşımına girdiğinde, öncülleri Mehmet Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl kadar inanç dolu ve bir o kadar da çağdaş dünyanın diline dahildir.
Balkon şiirini Cemal Süreya “utandırılmış bir aşk şiiri” diye tanımlıyor. Dünyayla ilişkisini inanmışlığı üzerinden sürdüren şairin, dilini derinleştiren, kökleştirip zenginleştiren aşkla ilişkisini utangaç saymak mümkün. Bana kalırsa Karakoç’un sesini özgün ve ölümsüz kılan özellikler aşkla kurduğu ilişki üzerinden tarif edilebilir. Karakoç dikbaşlı, özgür, yapısıyla yalnızlığını itinayla korumayı başardı. Aşkına ve yalnızlığına karşılık gelecek en büyük hakikatlerden biri ölümdü ve en içten yakarışı bu yöndeydi: Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim.