İlk romanı Kabuk ile lafın gelişi değil de gerçekten dikkatleri üzerine çeken bir isim olarak aklımızda kalmıştı Zeynep Kaçar. Dil ve kurgudaki titizliğinde yıllardır yazdığı tiyatro oyunlarının da payı vardı şüphesiz. Aynı zamanda MSM Tiyatro Bölümü ve İstanbul Üniversitesi Dramaturji Bölümü’nden mezun bir tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Kaçar. Şimdi ikinci romanı Yalnız’ı (Doğan Kitap) yayımladı. Bu romanda şimdi yollarına “yalnız” devam eden zamanının önemli kadın rock gruplarından Volvox’un da izleri var, daha doğrusu cesaretleri ile Kaçar’a ilham olmuşlar. Rock star olacakken evli barklı bir fizik öğretmeni, sonra tarikat şeyhinin ev hayvanı ve katil karısı olan Feray’ın hikâyesi Yalnız. Bu süreçte sadece hayallerini, hayatını, şehrini değil bir ülkeyi de kaybeden Feray’ın hikâyesi ama “yalnız” Feray’ın hikâyesi değil; bir ülkenin de hikâyesi... Gazetelerde, sosyal medyada hashtag’lerden tanıdığımız öldürülen kadınların da hikâyesi… Kitabın arka kapağındaki “Zeynep Kaçar bir kadınla bir ülkenin aslında ne kadar benzediğini gösteriyor” cümlesi ise her şeyin özeti. “Kalbimin sızısı, iki yılımın yarısı hem şakam hem öfkem” diye duyurmuşsunuz Yalnız’ın çıkışını... Yalnız, kalbimin sızısı çünkü hayatımdaki önemli bir parçayı söküp masanın üstüne koymuşum gibi. Beni rahatsız eden o mekanizmayı herkese teşhir etmiş, biraz onarmış biraz kırıp parçalamışım gibi. Bitince bir sızı kalıyor geriye. Yazma dönemindeki yalnızlığın ve vedalaşmanın sızısı da var ayrıca. Bir şaka da var. Feray aklının ucundan geçirmediği bir hayatı yaşıyor. Yaşaması gereken hayat ise bir hayale dönüşüyor. Ne orada ne burada, hem orada hem burada.
Feray rock star olacakken kendini bir anda aslında doktor olan ama sonra tarikat şeyhi ilan eden bir adamın sürekli çay demleyen ve hatta bir süre sonra sandıkta yaşayan karısı oluyor… Bu hikâyenin sizdeki çıkış noktası neydi? 10-12 yıl kadar önceydi, bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken, bir anda aslında sandığım şehirde, ülkede olmadığımı fark ettim. Burası Ortadoğu’ydu ve ben o ana dek fark etmemiştim. Benim için çok çarpıcı bir andı. Sonraki tüm zamanlarda geçmişim hiç olmamış gibi, gizli bir el, geçmişime ait tüm izleri silmiş gibi bir hisle yürüdüm caddeyi. Sonra bugünlere geldik. ‘Bu ülke, bizim kuşağımızda geleceği parlak, umutlu, az çok okumuş yazmış bir kadını nasıl şekillendirdi?’ sorusunun cevabını aradım roman boyunca. Çay demleyip sandıklara tıkılmadık ama aşağı yukarı öyle bir şey oldu.
“90’larda İstiklal bir lunapark gibiydi”
İki zamanlı, iki katmanlı kurgulamışsınız romanı. 90’ların başı ve artık biraz daha bugün… 90’ların İstiklal Caddesi kayboluyor, Arapça tabelalarla anılan bugüne geliyoruz.
90’larda İstiklal bir lunapark gibiydi. Tiyatrolar, sinemalar, kitapçılar, barlar, kafeler, dünyanın merkeziydi orası. Kılık kıyafetimiz biraz hırpaniydi gerçi, onu beğenmiyorlardı herhalde. Ama dünya değişiyordu. Cadde de dünyaya uyum sağlıyordu. Bugün de dünyaya uyum sağlıyor. Yeni dünya bu, sessizce kabul etmek gerek belki.
Romanda Feray âşık olup evlendiği Veli’ye göre çok farklı bir aileden geliyor. Hayalleri, yolu çok farklı iken bir anda başka bir dünyanın insanı oluyor, insanı da değil kendi deyimiyle ev hayvanı… Kara sevdaya tutulmuş gibi de değil. Neden tüm bunlara katlandı diye düşünmeden edemiyor insan… Yaşlanmak gibi düşünebiliriz belki. 20 yaşından 50 yaşına ani bir geçiş yapsak, çirkinliğimize yüreğimiz dayanmaz. Ama yavaş yavaş olunca insan hoşlanmasa da alışıyor. Her aynaya baktığında henüz gencim diye kendini kandırabiliyor böylece.