Çetin Balanuye: Bugünün insanı Spinoza’yı anlamalı, çünkü basitçe anlamak zorunda
Prof. Dr. Çetin Balanuye'nin Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam adlı yeni kitabı, okuru teorilerle boğmadan gündelik yaşamın özünde nasıl daha etkin, özgün ve özgür yaşanabileceğine dair çarpıcı bir bakış sunuyor
Ebru D. Dedeoğlu
Felsefe ile gündelik hayat, çoğu zaman birbirine uzak görülen iki alan. Oysa filozoflar, yüzyıllardır yaşamı anlamaya çalışırken, en temel sorulara yanıt aradılar: Biz kimiz? Gerçekten neye ihtiyacımız var? Neden bu dünyadayız? Bugün, bireylerin bu soruları anlamlandırma ihtiyacı belki de hiç olmadığı kadar derin. Prof. Dr. Çetin Balanuye'nin Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanan Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam adlı yeni kitabı, tam da bu soruları ele alarak, insanlara gündelik yaşamın özünde nasıl daha etkin, özgün ve özgür yaşanabileceğine dair çarpıcı bir bakış sunuyor. Naturans III, okuru felsefi teorilerle baş başa bırakmıyor; tersine, onları herkesin kendini görebileceği bir aynaya dönüştürüyor. Balanuye, Spinoza’nın içkinlik kavramından yola çıkarak, bireyin “güç” kavramını nasıl yeniden keşfedebileceğini ve edilgenlikten sıyrılarak daha etkin bir yaşama nasıl adım atabileceğini sorguluyor. Ancak burada bahsedilen güç, sıradan bir otorite ya da üstünlük değil. Güç, insanın kendi varlığını daha derin bir şekilde tanıması ve bu varlıkla daha uyumlu bir yaşam sürmesi anlamında şekilleniyor.
Balanuye ile Spinoza’nın “sevinç” kavramının “mutluluk”tan neden farklı olduğunu, Walter Mitty Sendromu’nun bireyleri edilgen bir hayata sürükleyen gizli bir tuzak olduğunu, ifade özgürlüğü ile etkin bir hayat arasındaki bağı, modern insanın tüketim ve koşturmaca döngüsünde nasıl kendine yabancılaştığını konuştuk.
Spinoza’nın felsefesi modern insanın günlük hayatına nasıl yansıyor? Bugünün insanı, Spinoza’yı neden anlamalı?
Bu soruya -izninizle- şöyle bir açılış yanıtıyla başlayayım: Bugünün insanı Spinoza’yı anlamalı, çünkü basitçe anlamak zorunda! Genel olarak felsefe denince akla ilk gelenin zor meşguliyet, derin düşünme ya da içe kapanma oluşu, modern hayatın işlevsiz bir telaş, tüketim ve koşturmacayı dayatan yapısıyla da birleşince insan bir anlamda zombileşti. Deviniyor ama bu devinimin kısmen bile olsa kaptanı değil. Modern insan için devinmek tastamam bir savrulmaya dönüşmüştür. Neoliberal kapitalizm bu tabloyu olanaklı tek gerçeklik, başka türlüsü düşünülemez bir zorunluluk olarak benimsetmeyi büyük ölçüde başardı. İnsan gibi, etkide bulunma ve etkiye uğrama kapasitesi son derece çeşitli olan bu varlık, artık yalnızca kendisine tanınan çok sınırlı bir alanda ve kendisine dayatılan biçimlerde etkileşiyor. Bu “çok sınırlı, sınırlandırılmış ve dayatılmış alan” ifadesinin diğer adı da “gündelik yaşam”dır. Gündelik yaşam dediğimiz sessiz döngü, insanı en temel devinim tetikleyicisi olan “arzu”dan yakalıyor. Arzularımız gündelik yaşam içinde ve/fakat kendi var kalma çabamızın ifadeleri olan güç ifade etme, etkide bulunma ve etkiye uğrama arayışlarından kaynaklanmıyor. İşin ilginç yanı, arzuların belirlendiği bir gündelik yaşam döngüsü var ve bu döngüyü yöneten mutlak bir patron da yok! Neoliberal kapitalizm önümüze arzu nesneleri yığdığı için kötü değil, arzu kavramının var olma, var kalma, yaratma, etkin olma, iyi olma, gerçekliğe daha iyi eşlik etme, kendimizle ve dünyayla başka nelerin olanaklı olduğuna ilişkin yaratıcı bir arayış iştahı duymakla bağını kestiği için kötü. Modern insan Spinoza’yı anlamalı, çünkü Spinoza bu fenalığı ortadan kaldırmak istiyor. Aslında Spinoza’nın düşüncesi doğrudan gündelik hayata müdahale ediyor. Son derece geniş ve soyut bir metafizik geri plana yaslanıyor görünen Spinoza felsefesi, en temelde, gerçekliğin (bunun adına ister doğa ister tanrı ya da kozmos, isterseniz töz deyin) tüm var olanlar için “bir”, “tek”, “aynı” olduğunu, bu gerçekliğin bir ötesi, dışarısı, onu aşan bir karar vericisi de olmadığını anlatıyor. Bu tek gerçeklik düzleminin bizatihi kendisinin güç ifade etmekle aynı anlama gelen bir içkin arzulayış olduğunu, tüm varlıkların bu arzudan olma ve bu arzudan doğma olduğunu, tüm varlıkların ancak ifade ettikleri güç (gerçekliğe iyi eşlik etme gücü) ölçüsünde var olabileceğini, var ve gerçek kalabileceğini söylüyor.
“Sistem insanlardan ne çalışkanlık ne yaratıcılık istiyor”
Günümüz insanının hayal dünyasındaki güçlü ve özgür karakterlerle gerçek yaşamlarındaki edilgenlik arasındaki bu boşluk hakkında ne düşünüyorsunuz?
Walter Mitty sendromu olarak anılmayı hak eden bu tablo bana göre hazin bir yardım çığlığıdır. Mitty hiç değilse düşlerinde “başka türlüsünü” imgeleme fırsatı bulur; modern insanın durumu daha da kötüdür: Çokluk epeyce uzun bir süredir bu olanağı da yitirmiş görünüyor. Her gün içine uyandığımız gündelik yaşam bizi bütünüyle ve yalnızca edilgin arzularımızla yetinmeye zorluyor. Bugün sistem insanlardan ne çalışkanlık ne verimlilik ne de yaratıcılık istiyor. Bize yalnızca şunu söylüyor: “Öznel edilgin arzularınız yanınızda olsun yeter. Sadece tüketmenizi istiyoruz ve bunun için size gereken yalnızca öznel edilgin arzularınız”. Sistemin bize koyduğu tek yasak var: Asla etkin olma! Çünkü etkinlik, insanın gerçekliğe daha iyi eşlik etme yollarını keşfetmesiyle sonuçlanabilir ve bu bağışlanabilir bir suç değildir.
Daha net anlamak için sormak istiyorum: Spinoza’nın “sevinç” kavramını “mutluluk”tan ayırıyorsunuz. Spinoza’ya göre mutluluk edilgen bir tatminken, sevinç aktif bir yaşamı destekliyor. Bu felsefi “sevinç” kavramı bizlere ne tür bir yaşam tarzını öğütlüyor?
Etkin olmayı öğütlüyor. Gerçekliği her türden hurafeden, korku ve kibirden uzak biçimde olumla ve onu olabildiğince önyargısızca anlamaya, tanımaya, kavramaya çalış. Bu “bir” ve “biricik” gerçekliğin var ve gerçek olan her şeyin bir aradalığından, birbirleriyle karşılaşma ve etkileşimlerinden ibaret olduğunu kavradığın ölçüde karşılaşmaların çeşitlenecek ve bu karşılaşmalardan devşireceğin etkin etkileşim olanakların artacaktır. Spinoza’nın sevinç kavramından anladığı şeyin, evrende yalnızca insana özgü bir olanakmış gibi inandırılageldiğimiz mutlak bir özgür irade fikriyle ilgisi yoktur. Varlıklar asla kendi özgür seçimlerinin eseri değillerdir. Şeyleri olmakta oldukları şey kılan her zaman büyük ölçüde karşılaşmaların etkileridir. Spinoza bu açıdan insanın da bir istisna olmadığını anımsatır. Dolayısıyla belli türden bir yaşama ustalığının aranacağı yer de asla insana özgü sarsılmaz bir irade falan değildir. Ne var ki, karşılaşmalardan türeyen etkilenişlerin, neden oldukları gibi olduğunu kavradığımız ölçüde (bu, gerçekliği olabildiğince az yanılgılı kavrama çabasıyla ilgilidir) aynı etkiler insanın eyleme gücünü artırır. Başka bir deyişle, gerçeklik hakkındaki her upuygun kavrayış (bilgi, beceri, deneyim vb.) ancak ve öncelikle devinim, karşılaşmalar ve bu karşılaşmalardan türeyen etkilerden başlar; ama hemen ardından aynı etkiler bu kez insanın eyleme gücünde bir artışa, etkinliğe, gerçekliği dönüştürme gücünde bir çoğalışa yol açar. Spinoza düşüncesindeki büyük harfli “sevinç” bu eş zamanlı sarmal süreci sezmekle ilgilidir.
Peki, Spinoza’ya göre gerçek ifade özgürlüğü nedir? Sizce bugün “kanaat belirtme özgürlüğü”, toplumların özgürlüğü kısıtlayan bir araç haline mi geldi?
Elimizdeki en güvenilir veriler insan öznenin hiç de söylendiği gibi özerk, özgür, kendi bilincinin patronu falan olmadığını gösteriyor. Evrim biliminden sinirbilime, Marksist çözümlemelerden psikanalitik gözlemlere varıncaya kadar insan öznenin uzun süredir varsaydığımız gibi bir şey olmadığını kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla anladık. Spinoza, Hume, Darwin, Nietzsche, Marx ya da Freud gibi düşünürler hiç var olmamış gibi yaşamayı sürdüremeyiz. Bizim “insan özne” dediğimiz şey karşılaşmaların feci halde muhatabı, bu karşılaşmalarla dönüşen ve ifade ettiği güç ölçüsünde de dönüştüren bir güç birimi. Oysa bugün etik ve politik bizden hâlâ “deviniminin, etkilerinin, arzu ve çıkarlarının mutlak faili bir özne”ye inanmamızı bekliyor. Yürürlükteki politik temsil sistemlerinin sırtını yasladığı son derece kullanışlı ama aynı ölçüde yanıltıcı bir “insan özne” ısrarı var. “Kanaat özgürlüğü” ifadesi de bu illüzyonu saklayan bir perdeye dönüştü. İnsanın etkide bulunma ve etkiye uğrama güçlerini budayarak onun ifade edebileceği muazzam gücü basitçe kanaat beyanına indirgiyor. Dahası kanaat beyanlarını serbest bırakmayı toplumsal özgürlük için yeterli sayıyor. Bireyi tek yolcu taşıyan bir Airbus uçağına dönüştürüyor. Kanaatlerini ister sosyal medyada istersen sandıkta açıkla, daha ne özgürlüğü istiyorsun? Bugün sorulacak soru şudur: Politik sistemimiz insanların etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliğini artırmaya ne ölçüde olanak veriyor? Sistem, bu çeşitliliği artırmakta daha başarılı insanların birleşmesiyle ortaya çıkan yoğunlukların kendisini dönüştürmesine ne kadar açık?
“Kolektivite gerçekliği dönüştürme gücünü er geç artıracaktır”
Naturans III’te, gündelik yaşamın dönüşümünün bireysel değil, kolektif bir çabayla mümkün olduğunu vurguluyorsunuz. Günümüzün bireyci dünyasında kolektif bir gündelik yaşam pratiğini oluşturmak için ne yapmak gerekir?
Sözünü ettiğim kolektivite aslında sessiz bir sözleşme olarak işliyor. Kitapta ayrıntılı olarak çözümlemeye çalıştığım “etkin etkinlikler” perspektifi, bu etkinliklere katkıda bulunan herkesi kolektivitenin doğal üyesi olarak görüyor. Önemli olan bunu biraz daha dile ve bilince çıkarmak. Çok kaba bir özetle yetinirsek, etkin bir etkinlik, güç ontolojisinin temel kabulleriyle barışık bir etkinlik anlamına geliyor. Bu etkinlik bireysel ya da kolektif olabilir. Sözü edilen etkinlik o kişinin karşılaşmalarını çoğaltmalı (karşılaşmalar parametresi). Kişi bu etkinliğiyle gerçekliğin içkin-nedensel etkileşimlerinin “neliği”ne yönelik kendisinde ve toplumda bir kavrayış genişlemesine katkıda bulunmalı (upuygun fikirler parametresi). Son olarak, kişi o etkinlik türüyle meşgul olmuş-olmakta-olacak diğer kişilerle birlikte yaratacağı kolektivitenin gerçekliğe iyi eşlik etme çabasının bir ifadesi olduğunu, dolayısıyla gerçekliği dönüştürme gücünü artırmayı hak eden bir kolektivite olduğunu savunabilmeli. Bu tür bir kolektivite gerçekliği dönüştürme gücünü er geç artıracaktır. Başka bir deyişle, bu türden etkin etkinliklerle meşgul olanların yaratacağı kolektivitenin ifade ettiği güç ölçüsünde dünyayı dönüştürmesi gerekir ve hayırlara vesile olan da bu dönüşüme olanak verecek bir toplumsal iklimin kurulmasıdır.
Agonistik demokraside çatışma sağlıklı toplumsal yapının önemli bir parçası. Biraz detaylandırır mısınız? Bu çatışmalı birlikteliği, günümüz toplumunda “demokratik değerlerle” nasıl bağdaştırabiliriz?
Peki, bu tür bir kolektivite gerçekliği dönüştürme gücünü er geç artıracaksa neden bir türlü yeterince artıramıyor? Etkin etkinlikler tanım gereği etkin insanları birleştiriyorsa bu birleşimin beşerî hayattaki etik ve politik belirleyiciliği neden sınırlı kalıyor? (Bir öğrencimin haklı olarak sorduğu gibi: Astroloji neden Astrofizikten daha popüler?) Güç Ontolojisi’nin neoliberal kapitalist hegemonyası ve bu hegemonyaya çanak tutan partizan devlet sistemiyle kavgası da burada başlıyor. Çünkü neoliberal kapitalizm çoktandır güç öbekleşmeleri arasında sıradan bir güç öbeğinin adı değil. Gerçekliğe iyi eşlik ettiği için de hegemonik değil, tam tersine hegemonik olduğu için gerçekliğe daha iyi eşlik etme arayışlarını bloke ediyor. Gerçekliği kendi yarattığı tek ve büyük bir girdabın çevresinde dolandırarak en azından yerküre ölçeğinde insan ve onun doğal çevresini kararlı bir yok oluş yolculuğuna mecbur bırakıyor. Bu hegemonik tortu sözde ulusal devlet yapılarıyla her zaman kirli bir iş birliği içinde. Partizan devlet yapıları, gerçekliği ifade ettikleri güç ölçüsünde belirleme çabası sergileyen birbirinden farklı güç öbeklerine adil bir agonizm zemini sunmuyor; güç öbekleri arasından biri ya da birkaçı bu hegemonik yapı tarafından kayrılıyor. Böylece gerçekliğe daha iyi eşlik etme performansı gösteren güç öbeklerinin gerçekliği belirleme kapasiteleri iğdiş edilirken, gerçekliğe eşlik etmede apaçık zayıf performans gösteren güç öbekleri neoliberal kapitalist hegemonyayla uyumlu oldukları ölçüde palazlandırılıyor. (Türkiye’de sağcılık bunun tipik örneğidir.) Benim Agonistik Sosyalist Demokrasi diye adlandırdığım iklim aslında birbirinden farklı kolektivitelerin sözü edilen türde adil bir agonizm zemininde gerçekliği dönüştürmek üzere ellerinden gelenin en iyisini yapabilecekleri, çabalarının başarısı ölçüsünde de gerçekliği dönüştürebileceklerinden emin olacakları bir iklimdir. Neoliberal kapitalist hegemonyayı parçalayacak olan da bu parçalanmayla eş zamanlı olarak heterojen güç öbeklerinin agonistik seçilimiyle serpilip ferahlayacak olan da aynı iklimdir. Bu gerekçeler ışığında, etkin arzuların devindirdiği gündelik yaşam pratiklerinin doğal olarak Agonistik Sosyalist Demokrasi kolektivitesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Bu türden gündelik yaşamların etkin etkinliklerle daha fazla meşguliyeti uyarınca sözü edilen yok oluş girdabından çıkılabileceğini ileri sürüyorum.
“Güç kavramıyla barışmalıyız”
Güç kavramını günlük yaşamda nasıl somut hale getirebiliriz? Güç, insanlara yalnızca sosyal ya da politik anlamda değil, gündelik yaşamda nasıl bir “dönüşüm” sağlama potansiyeli sunar?
Öncelikle güç kavramıyla barışmalıyız. Güç Ontolojisi’nin sözünü ettiği gücün zorbalıkla, bencillikle, kibirle, gücü yeten yeteneyle, büyük balık-küçük balık analojisiyle hiçbir ilgisi yok. Bu ontolojide “güç”, gerçekliğe bilgece eşlik etmek suretiyle onu etkileme ve ondan etkilenme kapasitesi anlamına geliyor. Sözgelimi, denizlerdeki balık popülasyonunu kalıcı olarak ortadan kaldıracak ölçüde bir balık avı teknolojisi geliştirmiş olmak bir güç ifadesi olmak şöyle dursun tam olarak insanın gerçekliğe eşlik etmekteki yetersizliğinin bir kanıtıdır. Zayıftır. Benzer biçimde, Spinoza’nın Etika’nın görkemli üçüncü bölümünde listelediği edilgin duyguların tamamı (hırs, nefret, haset vb.), sözünü ettiğimiz türde olumlu bir güç kavramıyla uzlaşmaları olanaksız oldukları için/ölçüde zayıftır, zayıflatıcıdır ve güçten düşürücüdür. Aynı nedenle, öznel edilgin arzulardan ibaret bir gündelik yaşam da en temelde güçten düşürücüdür; üstelik güçten düşürücü bir gündelik yaşam döngüsünü yeniden üretmekte herhangi bir sakınca görmeyen ekonomik-politik sistemlerin ekmeğine yağ sürer. Öte yandan, “etkin olmak” ifadesi Güç Ontolojisi kapsamında mutlak anlamına kavuşur: Gerçekliğe bilgece eşlik etmek suretiyle onu etkileme ve ondan etkilenme kapasitesini olabildiğince geliştir. İfade ettiğin gücü çoğalt. Etkin arzulardan kaynaklanan pratiklerin gerçekliği dönüştürme gücünü neden ve nasıl artıracağını kavra. Bu kavrayışı etkin bir duyguya dönüştürdüğün ölçüde devinim, karşılaşma ve etkileşimin artacaktır. Dahası, ancak benzer etkin gündelik yaşam pratiklerinin ortaklaştıracağı bir kolektivitenin parçası olduğunu anımsa. Yeni gündelik yaşamda dostluğun anlamı budur.