Selahattin Demirtaş’ın dördüncü kitabı Efsun çoğu zaman şaşırtıcı, zaman zaman yanıltıcı -ama oyuncu değil- naçizane fikrimle “gerçek anlamıyla sürükleyici” bir roman. Çok karakterli, çok olaylı, yer yer roman içinde roman kurgusuyla sahiden de okurunu alıp götürüyor. Romanı anlatmak çok zor, okuyanlar anlayacaktır. Hem ne demek istediğimi hem de Demirtaş’ın bu röportajda dediği üzere “Efsun’un edebiyata giriş denemesi” olduğunu ama en önemlisi başarılı bir giriş olduğunu da… Gerisi Selahattin Demirtaş röportajında ve Efsun’un sayfalarında...
Sahneyi karakterlere bırakmaya çalıştım
Romana adını veren “efsun” kelimesinin önyargısına kapılıp bir aşk romanı okuyacağımı düşündüm ve şahane bir şekilde yanıldım… Doğrusu ben röportajlarımda, kitaplarımda ne anlatmaya çalıştığımı çok da detaylandırma taraftarı değilim. Okur yazdıklarımdan ne anlamışsa kabul eder ve ona saygı duyarım. Bununla birlikte, evet aslında Efsun bir aşk romanı değil. Gürül gürül akan hayatların içinde aşk da yaşamın bir parçasıdır. Ben aşkı, hayatın tüm velvelesinden kopuk ve ayrı bir düzlemde yaşanan bir duygu olarak görmüyorum. Hayatta her şey birbiriyle bağlantılıdır. Aşk da bu bağlantılı olma halinden muaf değil. Elbette Efsun’da yaşanmamış aşklar da var, yaşanmış veya yaşanmakta olan aşklar da var. Ancak hiçbirini hayattan soyutlayarak ve aşkı merkeze oturtarak ele almamaya gayret ettim. Aşkı tek bir tarife veya şablona sıkıştırmak imkansızdır. Hayatımızın aşklarımızı, aşklarımızın da hayatlarımızı nasıl etkilediğini sınıfsal, kültürel, siyasal veya cinsel kimliklerimizle nasıl da bağlantılı olduğunu görmeden, göstermeden hiçbir aşkı anlatamaz veya anlayamazsınız bence. Efsun’da bu çok yönlü ve girift ilişkiler ağına değinirken aşkı da bu düzleme oturtmaya çalıştım. Anlatıp anlatamadığıma, ne kadar başarılı olduğuma okurlar karar verecek elbette.
Nasıl gerekiyorsa öyle konuşuyorlar
Sanki bu kitapta yazarlığınıza dair şimdilik adını koyamadığım ama belki “rahatlık” diyebileceğim bir hâl var… Evet, “rahatlık” yazarken benim de hissettiğim bir duyguydu ama yine de çok rahattım diyemem. Sadece, önceki kitaplarıma göre rahattım. Siyasi kimliği ve siyasi ilkeleriyle tanınmış, o şekilde öne çıkmış ve bir yönüyle belki de rol model olmuş bir kişi olarak, edebiyatta istediğim rahatlıkla bir üslup kullanmakta halen zorlanıyorum. Efsun’daki karakterlerin dilleri ve üslupları benim dilim ve üslubum değil. Ben yazar olarak kendimi olabildiğince geri çekip sahneyi tümden karakterlere bırakmaya çalıştım. Nasıl konuşmaları gerekiyorsa öyle konuşsunlar istedim. Okurlarım siyasetçi kimliğimle edebiyatçı kimliğimi ayrıştırmakta haklı olarak zorlanıyorlar. Ben bile yazarken ayrıştırmakta zorlanıyorum. Kendini sınırlama hali, yazarlığın ve edebiyatın doğasına aykırı aslında. Bütün bunlara rağmen, Efsun’da ben Selahattin Demirtaş olarak tek bir satırda veya cümlede bizzat olmamaya gayret ederek, aslında ilk edebi metnimi yazmış oldum. Efsun benim için edebiyata giriş denemesidir. İlk üç kitabım ise siyasetten edebiyata geçiş çabasıdır. Eğer yazmaya devam edersem bundan sonraki kitaplarımda politik edebiyattan uzaklaşmadan ama edebiyatın sınırlarına daha sadık kalarak yazmaya çalışacağım.
Romanın zalimi Bakır Ağa bile aslında bir şeylerin kurbanı. Aslında herkes bir şeylerin kurbanı mı romanda? Evet, romanda herkes bir şeylerin kurbanı. Gerçek hayatta da öyle değil mi? Kötülüğü kategorize etmek istemiyorum ama hırsızlık yapan birini toplumsal düzenden, ekonomik sistemden, eşitsizlik ve adaletsizlikten, sömürüden, yoksulluktan, eğitim sisteminden hatta coğrafyadan ve o coğrafyanın tarihinden bağımsız ele alıp değerlendirmek ne kadar doğru olabilir ki? Mesela bir buçuk milyon Norveçlinin Sudan’a göç etmemesi, mülteci olarak yollara düşmemesi, Norveçli çocukların Akdeniz’de botlarda boğulmaması Norveçlilerin erdemli insanlar olmalarından mı kaynaklanıyor? Suriyeli veya Afrikalı göçmenlerin kendilerini dağlara, denizlere vurup ulaşabildikleri yerlerde karın tokluğuna çalışmaları veya hırsızlık yapmaları onların erdemli bir toplum olmadıklarını mı gösterir? Ortaya çıkan her suç ve suçluda, sistemin veya düzenin rolü yok mudur? Bir hukukçu olarak suçu ve suçluyu naifleştirmek ya da meşrulaştırmak değil niyetim. Efsun’da suç ve suçluluk kavramını toplumsal ilişkiler ağı, sınıfsal etkiler, kültürel özellikler ve siyasal sistemler içinde başka perspektiflerden bakarak yeniden ele almaya davet ediyorum aslında. Yaşanan tek bir gerçeklik olsa dahi hakikatin kendisi nereden baktığınıza göre değişebilir. Yaşanan bir olayın veya olayı yaşayan kişinin özgün hikâyesini bilmezsek ve o olayı tarihselliğiyle birlikte ele almazsak yanlış kanaatlerde bulunabiliriz. Ben insanları önyargıları konusunda daha dikkatli, daha şüpheci olmaya çağırıyorum. Etrafınıza lütfen bir daha, bir daha bakın istiyorum. Aksi takdirde farkında olmadan zalim de olabiliriz mağdur da.
Caner sürekli “gerek yok” diyor ama anlıyoruz… Peki, neden “gerek yok” Caner için? Gerek yok çünkü gençlik artık az lafla çok şey anlatmayı biliyor. Gerek yok çünkü yeni ilişkilerde zekâ öne çıkıyor. Caner zeki ve bitirim bir Gezi direnişçisi. Bizim anlayabileceğimizi düşündüğü yerde, detaylandırmayı bırakıp “Gerek yok” diyerek zekamıza saygı duyuyor aslında; elbette bizde saygı duyulacak bir zekâ varsa… Caner’in “gerek yok” dediği her yerde, birkaç uzun paragraf açıklama yazdığımı düşünerek tekrar okuyun lütfen. Eğer siz de iyi ki yazmamışsın diyorsanız demek ki Caner haklı, gerçekten gerek yok.
En güçlü kalanlar her şeye rağmen kadınlar
Romanın genelinde tüm kadınların ne kadar güçlü olduklarını görüyoruz. Her şeyi sağduyularıyla hallediyorlar…
Efsun’un en güçlü karakterleri tüm acılarına rağmen kadınlar. Gerçek hayatta da kadınların gücüne, sarıp sarmalama becerilerine, merhametlerine, yüceliklerine ve elbette öfkelerinin yakıcılığına tanıklık etmiş biriyim. Bu nedenle kadın karakterleri, olabildiğince bu yönleriyle yansıtmaya çalıştım. Kadınları yazmak bir erkek yazar için çok kolay değil. Bunu tümüyle başarmak da haddimiz değil. Zaten ben kadın karakterlerin gücünü kadınlara değil erkeklere anlatma derdindeyim.
Kendimden en ufak bir unsur taşımıyor
Baba-oğul ya da babasız oğul ilişkilerini masaya yatırıyorsunuz. Ana oğul, ana kız ilişkisi de var ama baba oğul olma ya da o ilişkiyi sürdürebilme hali romana sirayet etmiş.
Evet, aile ilişkilerini, babalık, analık, evlatlık hallerimizi ve bu ilişkilerin kimliğimizi, hayatımızı nasıl etkileyip şekillendirdiğini olay örgüsü içinde kendi bağlamına oturtmaya çalıştım. Ve ilk defa kendimden en küçük bir unsur taşımayan, tümüyle hayal üzerine karakterler, ilişkiler ve bir kurgu var etmeyi denedim. Bunu da hiç gitmediğim, görmediğim şehirler ve mekanlar üzerinden kurmaya çalıştım ki, bana tanıdık olan mekanların en küçük bir hissiyatı karakterlere sinsin istemedim. Tamamen hayal gücüme dayanarak ve bilgi birikimimi kullanarak bir cezaevi hücresinden bütün bunları yapabileceğimi en başta kendime, ve elbette beni sevip destekleyenlere göstermek, ispatlamak istedim. Kim nasıl anlarsa anlasın kitaplarımı, hepsi ama özellikle Efsun, otoriter rejime verilmiş bir özgürlük cevabıdır. Bu romandan okura en çok ne kalsın istersiniz?
Hangi koşullarda yazıldığını unutmasınlar isterim. Son sayfayı okuyup kitabı kapattıklarında bir yerde direniş varsa orada zaferin de kaçınılmaz olduğunu hissederek yüreklerinde umut kalsın isterim.
“Zorlu bir kurgudan korkmadım”
Roman içinde roman var Efsun’da, ayrıca çok da karakter var. Sizi böyle bir kurguya götüren neydi?
İlk üç-dört kısımdan sonra ne kadar zorlu bir işe giriştiğimi fark edip anlatım tekniğinden vazgeçmeyi bile düşündüm ama nasıl olsa yayımlamak üzere yazmıyorduk. Başak ve kızlarım okuyacaktı sadece. Denemekte sakınca yok diye düşündüm ve her karakteri kendi anlatımıyla kurguya dahil ettim. İddialı ve usta bir edebiyatçı falan da değilim. Buna rağmen zorlu bir kurgu ve tekniği denemekten korkacak biri de değilim. Umarım fazla cüretkâr ve haddini aşan bir yazar olarak görünmüyorumdur.