Hayvanlar en iyi filozoflardır
İki sergi insanları dünyaya karşı işledikleri suçlarla yüzleştiriyor, hayvanlardan öğrenecek çok şeyimiz olduğunu gösteriyor Elif Tanrıyar “Saflık Dizlerinin Üstünde” Jan Fabre… Geçtiğimiz hafta İstanbul, kendi jenerasyonunun dünya çapındaki en etkili ve çok yönlü sanatçıları arasında sayılan Belçikalı görsel sanatçı, tiyatro sanatçısı ve yazar Jan Fabre’yi ağırladı. Fabre, en önemli serilerinden “Belçika Kongosu’na Saygı”dan eserlerin yer alacağı PİLEVNELİ Dolapdere’deki kişisel sergisi “Saflık Dizlerinin Üstünde”nin açılışı için buradaydı. Elif Tanrıyar 20 yılı aşkın kariyerinde alışılmışın dışında pek çok materyal kullanarak ortaya koyduğu eserlerinin yanı sıra yaratıcı performanslarıyla da ilgi çeken sanatçı özellikle Mücevher böceği kınkanatlarından oluşan mozaikleri ve heykelleriyle kalıplaşmış sembolleri sorgulamasıyla tanınıyor. “Kongo” serisi başlığı altında ayrıca üç boyutlu heykeller de üreten sanatçı, doğal döngü içerisinde yaşamını yitirmiş hayvanların kalıntılarına kendi yorumunu katarak yeni bir hikaye kuruyor, geri planda son derece derin eleştirilerde bulunuyor. Milyonlarca mücevher böceği, parıldayan yapılarıyla izleyiciye var olmayan bir bölgeyi, ‘Cennet’ ve ‘Belçika Kongosu’ arasında bir yeri tanıtıyor. Ülkesinin kolonyal geçmişini tüm insanlık karşısında hassasiyetle açığa vuruyor; milyonlarca Kongolunun köleleştirilmesini, sömürgeci zihniyetin açgözlülüğünü, bir ülkenin zenginliklerinin olabildiğince ve yok olana kadar çalınmasını… Fabre bugün kuşağının çok yönlü ve en etkili sanatçılarından biri olarak kabul edilen bir görsel sanatçı, tiyatro sanatçısı ve yazarı. O ise kendini bir uzlaşma sanatçısı olarak adlandırıyor. Oksijen için Jan Fabre ile konuştuk. Kuşağınızın çok yönlü ve en etkili sanatçılarından biri olarak kabul edilen bir görsel sanatçı, tiyatro sanatçısı ve yazarsınız. Sizse kendinizi bir uzlaşma sanatçısı olarak adlandırıyorsunuz. Ben ise burada her şeyin merkezinde bir hikaye anlatıcısı görüyorum. Size genel olarak ‘hikaye anlatıcısı’ diyebilir miyiz? Ve bir hikaye anlatıcısı olarak ana ilham kaynağınız nedir? Ben bir sanatçıyım, ‘hayal gücü yalanına’ inanıyorum. Evet, tüm insanlar hikayeler yaratır. Evreni fark etmek bile bir hikaye değildir. Bugün hala araştırmamın ana konusu ve amacı insan vücudunun içi ve dışı. Benim için ikinci büyük ilham kaynağı ise hayvandan insana ve insandan hayvana olan metamorfoz, başkalaşım. Gerek görsel sanatlar, gerek tiyatro sanatı işlerimde ve yazılarımda… Daima çalıştığım farklı alanlar arasında bağlantılar aradığım için uzlaşma aracını kullanıyorum. Bu bağlantıları keşfederek, çalıştığım farklı alanlarda yeni yorumlar verebiliyorum. Burada İstanbul'da “Belçika Kongo'suna Övgü” serinizden bir seçki göreceğiz. İstanbul serginiz için neden o seriyi seçtiniz? Murat Pilevneli beni Anvers'teki stüdyomda ziyarete geldiği sırada, bir galeri sergisi için müsait olan tek seri buydu. Ayrıca siyasi ve tarihsel açıdan da, bugünlerde örneğin "Siyahların Hayatı Önemlidir" (Black Lives Matter) hareketi ile olanlara mükemmel bir şekilde uyuyor. “Kongo" serisi, temelinde bir yüzleşme hikayesi anlatıyor. Belçika’nın sömürge geçmişi hakkındaki eleştirel düşünceleriniz; milyonlarca Kongolunun köleleştirilmesinden ve onlara karşı işlenen zulümden ve ülkenin sunduğu doğal zenginliklerden olabildiğince fazlasını çalan sömürgecilerin açgözlülüğünden ilham almış. Bunu işlerinize nasıl yansıttığınızı anlatabilir misiniz? Marka logolarını kullanma vb gibi… Yarattığım işler dizisi bir tür mozaik. Işıkla yapılan bir resim türü. Birinci seviyede, estetik seviyede, baştan çıkarıyor. İkinci düzey olan etik düzeyde, izleyiciyi etik bir yönde düşünmeye teşvik ediyor. İmgeleri, sembolleri, logoları, markaları kullanmanın ironik tarafına baktığınızda, Belçikalı sömürgecilerin çalma ve yağmalarına yönelik eleştirel bakış açımı da anlıyorsunuz. Ama bazen tersine çeviriyorum ve yerlilerin perspektifinden bir bakış açısı veriyorum. Size bir örnek vereyim, Sabena'nın tanıtımına atıfta bulunan bir çalışma var (birkaç yıl öncesine kadar Belçika ulusal havayollarıydı ve umarım Türk halkı Sabena kelimesinin anlamını bilir: 'Böyle Kanlı Bir Deneyim, Bir Daha Asla' ‘Such A Bloody Experience, Never Again’). Belçikalı sömürgecilerin 1960 yılında Belçika Kongo'sundan kaçtıkları uçak türü olduğunu görüyorsunuz. Ve yukarıda büyük kahkahalar atan siyahi bir insan görüntüsü var. Çok fazla açıklama yapmak istemiyorum, sanatseverlerin zekasına ve hayal gücüne de güveniyorum. Çünkü bir sanat eseri ile izleyicisi arasında gizli bir bağ olduğuna inanıyorum. Biraz da bu temanın ilk kez ortaya çıktığı, 2002'de Brüksel'deki Belçika Kraliyet Sarayı için anıtsal bir tavan resmi olan "Heaven of Delight"ı yaratmak için milyonlarca böcek kanadı kullandığınız bu hikayenin başlangıcından bahsedelim. Ve sonra 2010'daki “A Tribute to Belgian Congo”nun gelmesinden... Tüm bu hikaye için başlangıç noktanız neydi? "Heaven of Delight" çalışmasında bile Belçika sömürge geçmişimize dair birçok eleştirel referans var. Örneğin içinde kafatasları, fildişi dişler, elmaslar vs. vardır. Ancak genellikle seyirciler bu kalıcı eserin estetik güzelliği karşısında uçup gittikleri için çok farkına varmazlar bu durumun. Ama beni davet etme ve bu cüretkar çalışmayı destekleme cesareti için Belçika Kraliçesi Paola'ya gerçekten teşekkür etmeliyim. Çalışma uluslararası alanda çok iyi karşılandı, ancak bazen de yanlış nedenlerle… Birkaç yıl sonra 2008'de, “I had to demolish a part of the ceiling of the Royal Palace because something was growing out of it” (Kraliyet Sarayı’nın tavanının bir bölümünü yıkmak zorunda kaldım çünkü içinden dışarıya doğru bir şeyler büyüyordu) enstalasyonunu yaptım. Mücevher böceği kanatlarının mavi-yeşil selinin arasında baş aşağı çevrilmiş gerçek boyutta siyah bir bedeni görüyordunuz. Ve bu vücut kırbaçlandığına dair açık işaretler gösteriyordu. Bir sanatçı olarak, bu benim için Kongo'daki Belçika Krallığının tarihini ve karanlık bölümünü gizleyemeyeceğimizi söylemenin bir biçimiydi. Ve 3 yıl sonra "Tribute to Belgian Congo" dizisine başladım. İstanbul serginizin başlığı “Purity on Its Knees” (Dizlerindeki Saflık) adını taşıyor. Hikayesi nedir? Bir sanatçı olarak güzellik için hep dizlerimin üstünde oturuyorum. Mesleğim, güzelliğin ve insanlığın kırılganlığını savunmaktır. Sergi için seçtiğim Purity on Its Knees heykeli ise papağanın egzotizminin saflığına gönderme yapıyor. Çünkü papağan, Batı'ya getirdiğimiz bu ‘sözde’ "bilinmeyen yeni dünyanın saflığı" nın simgesiydi. Elbette ayrıca unutmamalıyız ki sanat tarihinde papağan, bizim istediğimizi asla tekrarlamaz. Bu sergideki işlerinizdeki böcek kanatları gibi pek çok farklı ve sıra dışı malzemeyi kullanan bir sanatçı olarak da tanınıyorsunuz. Böceklere olan hayranlığınız, birçok işinizin ilk itici gücü olmuş. Bana tüm hikayenin arkasında ne olduğunu anlatabilir misiniz? Ve tekniğinizi nasıl geliştirdiniz? Her şeyden önce, ben amatör bir böcek bilimciyim ve Fransız böcek bilimci Jean-Henri Fabre'den çok ilham almıştım. Metinleri ve çizimleri bana çok ilham verdi. Ve ayrıca bugün de hala Rubens, Bosch, Van Eyck, Jordaens gibi Flaman Üstatların büyük bir hayranıyım. Flaman vanitas resimlerinde sembolleri temsil eden böcekleri sıklıkla görürsünüz. Örneğin scarabeus (skarabe) böceği, yaşam ve ölüm arasındaki köprünün sembolüdür. Bir pozitif enerji alanı olarak ölüm... Yaşam döngüsünün kabulü olarak ölüm… Scarabeus dünyanın en eski bilgisayarı, dünyanın en eski kimyasal savaşçısı olarak kabul edilir. Elbette bu bilgi hayal gücümü harekete geçirdi ve bana bir evren açtı. Her parça kendi hikayesini anlatıyor. Peki ya aralarındaki diyalogları nasıl kurdunuz? Aynı zamanda bir koreografsınız. Ve mekân mimarisinin enstalasyonlarınızda ve tiyatro eserlerinizde önemli bir rol oynadığını biliyorum… Mekandaki serginin akışını nasıl tasarladınız? Ve nasıl okumalıyız yoksa onları dinlemeliyiz mi demeliyim? Bir serginin dramaturjisi, Rorschach testi ilkesine dayanır. Ayrıca galeri mekanının matematiksel oranı ve üç katının tanımlanmasına dair de çalıştım; çalışmaları bir katta su seviyesinin altında, bir sonraki katta su seviyesinde ve üçüncü katta da su seviyesinin üzerinde sundum. Eserlerin yerleştirilmesi, kaosa bir ‘prelüd’ olarak simetriktir. Benim için sergilerde ışık dramaturjisi ve gölgeler de çok önemlidir. Sergiyi neredeyse kaleydoskopik bir şekilde kurdum. Böylece her kattaki her eser birbirini yansıtıyor veya birbirini ifade ediyor ve birbirini tamamlıyor. Çalışmaları kasten gerçek camla çerçeveledim, camın yansımasını seviyorum. Cam karşıt işi görebileceğiniz adeta bir aynaya dönüşür. Sergi boyunca hayatın kesişimlerinin net bir dengesi ve her katta saflığı, bereketi veya gösterişi temsil eden bir hayvan var. Çok disiplinli bir sanatçı olarak çalışmalarınızdaki ana temalardan ikisi ölüm ve güzellik. Sanki onlarla devam eden bir derdiniz varmış gibi. Ama aynı zamanda bu iki temayı birlikte kullanarak izleyicilerinize hem hayranlık uyandırıp hem de rahatsızlık vererek şaşkınlık duygusu yaratıyorsunuz… Sanatınızı bu iki motifi en şaşırtıcı şekilde bir araya getirmek olarak adlandırabilir miyiz? Diğer bir deyişle, sanatınızın bu anlamdaki felsefesi nedir? Bu serginin felsefesi, hayvanların dünyadaki en iyi doktorlar ve filozoflar olduğu anlayışının sadeliğini ve karmaşıklığını içeriyor. Biz insanlar, onlardan hala çok şey öğrenebiliriz. Gezegenimizi kurtarmak ve iklim değişikliğini dikkate almak istediğimizde hayvanları gözlemlemeli, dinlemeli ve onlarla konuşmalıyız. Her zaman Doctor Dolittle'ın mecazi hikayesine inanmışımdır. Bir röportajınızda "Dış dünyayı anlamaya meraklı olduğum için araştırıyor ve yaratıyorum, sorular soruyorum ve bazen kendime cevaplar veriyorum" diyorsunuz. Başka bir deyişle kendi sorularınıza cevap bulmak için yaratıyorsunuz. Yaratmak, hem hayatı anlamak hem de sizin için hayatta kalmak için bir baş etme mekanizması anlamına mı geliyor? Peki küresel pandemi sizi bir sanatçı olarak nasıl etkiledi? Yeni çalışmalarınızın bu büyük küresel insanlık trajedisinden ilham aldığını yakında görecek miyiz? Hayatım boyunca bir Corona salgını durumunda yaşadım. Genç bir adam olarak, virüs ve mikropların insanlığın en büyük düşmanı olduğunu çabucak keşfettim. Bir sanatçı olarak, yaratmanın yalnızlığına ve tek başılığına her zaman hayran kaldım. Bu yüzden geçen yıl benim için bir zaman cennetiydi. Çok fazla seyahat etmek zorunda değildim, her zaman olduğu gibi yazmak, çizimler yapmak ve doğanın anarşisine saygı duymak için karantina içine girdim. Doğayla savaşta değiliz. *“Saflık Dizlerinin Üstünde”, PİLEVNELİ Dolapdere’de 20 Şubat’a kadar hafta içi her gün saat 10.00-18.00 arasında gezilebilir. Ölümden doğan bir estetik ya da ‘Müstesna Kadavra’ Galeri Nev İstanbul’da açılan grup sergisi Müstesna Kadavra, adını 20. yüzyılda Sürrealist sanatçıların oynadığı kolektif çizim oyunu “Le Cadavre Exquis”den alıyor. Ani Çelik Arevyan, Kerem Ozan Bayraktar, Nermin Er, Tayfun Erdoğmuş, Ali Kazma, Ekin Saçlıoğlu, Hale Tenger, Nazif Topçuoğlu ve Nergiz Yeşil’in üretimlerinin yer aldığı serginin küratörlüğünü üstlenen Gizem Gedik ile sergiye dair konuştuk. Öncelikle serginin isminden başlamak istiyorum. “Cadavre Exquis” Müstesna Kadavra ismini nasıl belirlediniz? Sanırım 20. yüzyılda sürrealist sanatçıların oynadığı bir tür ‘yaratıcılık oyunu’ndan kaynaklanıyor bu isim değil mi? Sergide de bu oyunu mu görüyoruz? Evet, sergiye adını veren “Le Cadavre Exquis”, özellikle 20. yüzyılda Sürrealist sanatçıların oynadığı, kolektif düşünceye ve çizimde otomatizme odaklanan bir oyun. Oyunun Britanya’nın Viktorya döneminde oynanan en eski versiyonu “Consequences” ise yazıya dayalı. Burada oyuncular kağıtta kendilerine denk gelen soruları cevaplıyor, ardından kağıdı katlayarak devam etmesi için yanındaki kişiye veriyorlar (Bugün birçoğumuzun bildiği “Kim? Kiminle?” oyunu gibi). Böylece kağıt tamamen açıldığında birbirinden bağımsız ve rastlantısal ifadeler ortaya çıkıyor. Yves Tanguy, André Breton, Max Ernst, Victor Brauner gibi Sürrealist sanatçılar ise bu oyunu otomatizme ve bilinçaltına dayalı görsel bir boyuta taşıyarak aslında birlikte bir bedeni tamamlama pratiği yapmışlar. Tek bir kağıt kullanılan oyunda her oyuncu insan bedeninin bir bölümünü çizmeye başlıyor, katlayarak yanındakine veriyor ve en sonunda ortaya oyuncuların birbirlerinin çizdiği kısmı görmeden yarattıkları kompozisyonlar sayesinde kolektif bir imge ortaya çıkıyor. Hatta bu oyunun o dönemde düşünsel gücü o denli etkileyici olmuş ki bir deney alanı, araştırma yöntemi hatta düşünce sistemi haline getirmişler. Araştırdığımda fark ettim ki geçmişte bu oyundan yola çıkarak gerçekleştirilen uluslararası birkaç sergi var ve bunlar genellikle kolektif desen pratiğine veya figürün deformasyonuna odaklanıyor. Bu sergide eserleri belirlerken ve bir araya getirirken yapmak istediğim, kolektif çalışmaları olmayan ve çoğu desen temelli pratiğe sahip olmayan sanatçıların ürettikleri organik-inorganik geçişli imgeleri bir yapbozun parçaları gibi diyalog içine sokmak oldu. Organik malzemeye “kadavra” metaforu üzerinden yaklaşarak ölüm, bedenin nesneleşmesi, işlenebilir bir nitelik kazanması, dönüşümü, potansiyeli gibi konular üzerinden katman katman açılan bir tema oluşturmaya çalıştım. Burada hareket ve durağanlık, gerçek ile temsil, parçalanma ve bütünlenme gibi farklı temalar da malzeme-fikir ilişkisi bağlamında dikkat çekiyor. Peki “kadavra” üzerinden şekillenen ve doğal/organik malzemeleri de öne çıkaran bu sergideki işlerde oyundaki gibi bir rastlantısallık söz konusu mu, yani sergi oyun fikri üzerinden mi temelleniyor veya insana dair bir bulgu/insan bedenine referans var mı? Aslında ölüm, canlılık, beden gibi konular üzerine düşünürken insana dair biyolojik bir referans yerine organizma, bitkiler ve hayvanlara yani “insan-olmayanlara” yönelme fikrim oldu. Bahsettiğimiz Müstesna Kadavra oyununda ortaya çıkan, deforme olmuş bir beden gibi algılanıyor (bir çeşit Frankenstein) fakat burada bedenin farklı üretimlerle tamamlanmasını, parçaların bir araya gelişini biraz da ironiyle birlikte deneyimliyoruz. Dolayısıyla oyunun adı dışında referans olabilecek şeylerden de bilinçli bir uzak durma hali söz konusu; örneğin desen ve otomatizm, raslantısallık bu sergide olmayan şeyler. Tersine her şey oldukça sistematik, planlı, organize ve kurgusal. Fakat şu açıdan da bakabiliriz; eserler bir araya geldiklerinde o kadar güçlü bir iletişim kurdular ki, biz de ister istemez sanatçılarla birlikte bir çeşit Müstesna Kadavra oyunu oynamış olduk. Bir yandan küratöryal pratiğin kendisi, parçaları birleştirme ve sonunda bir bütünlük yaratılması açısından böyle bir düşünsel süreç aslında. Serginin adı özellikle de virüs gerçeğiyle hemhal olduğumuz günümüzde ilk başta bir parça rahatsız edici gelse de sergi esasında tam tersine yaratıcılık anlamında daha pozitif bir söyleme sahip değil mi? En azından ben eserleri böyle yorumladım… Ve aslında bu serginin doğuş hikayesi nedir? Aklınıza nerden geldi? Söylediğiniz gibi çeşitli organizmaların, virüslerin insan üzerinde ve tabii insanın da “doğa” diye tanımladığımız canlıları kapsayan taraf üzerinde en yıkıcı etkileri olduğu dönemde bu konuya biraz farklı, yaratıcılık açısından pozitif bir perspektiften bakmak istedim ve sanatçıların fikirleriyle bu tamamlandı. Zaten şu dönemde yeterince karamsarız, ölüme bakışımız da günden güne değişiyor, şekilleniyor. Evet sergide ölüm var fakat ölüm duygusunun yoğunluğu yerine hafif bir rahatsız edicilikle birlikte estetik, hatta biraz da parıltı var. Sergi adının ilk duyulduğundaki rahatsız edici fakat merak uyandırıcı etkisinin sergi boyunca eserlerin kavramsal çerçeveleri tek tek açıldıkça devam etmesini istemiştim. Sanatçıların yaratıcılığı ve hepsinin konuya farklı bir yönden yaklaşan üretimleri sayesinde sanırım bu etki gerçekten de hissediliyor. Bu kapsamda sergide yer alan sanatçıları ve işlerini nasıl belirlediniz? İlk nasıl başladı ve yan yana geldiler? Sergi teması aslında Galeri Nev İstanbul’un sanatçılarından organik malzemeyle çalışan Tayfun Erdoğmuş ve fotoğraflarında natürmorta farklı yaklaşımıyla Ani Çelik Arevyan üzerine düşünmemle, doğadan gelen malzemeleri beden ve bedenin dönüşümü olarak yorumlamamla başladı. Süreç içinde bitki- hayvan ayrımını da bir kenara bırakıp tamamını bedenin dönüşümü, ölüm ve atık biyolojik malzemenin nesneleşmesi üzerinden okuduğumda Nazif Topçuoğlu’nun “Sakatat” serisi ve Ali Kazma’nın “Taxidermist (Tahnitçi)” adlı videosunu dahil etmeye karar verdim. Ekin Saçlıoğlu, Kerem Ozan Bayraktar ve Nergiz Yeşil gibi Galeri Nev İstanbul temsiliyetinde olmayan ve bu sergi vesilesiyle tanıştığım sanatçıların işleriyle ise araştırmalarım sonucu ilgilendim ve hazırlık sürecinde birlikte geliştirdiğimiz fikirler de oldu. Süreç içinde işlerle ilgili düşündükçe katmanlar açıldı ve fikir evrildi diyebilirim. Nermin Er ise tamamen tema üzerine geliştirdiği yeni bir iş üretti. Kerem Ozan Bayraktar ile Nermin Er’in sergi özelinde yeni işler ürettiğini, Nergiz Yeşil’in ise yeni bir sergileme yöntemiyle önceden yapılmış ve yeni yaptığı işleri tek bir iş olarak yeniden kurguladığını söyleyebiliriz. Nazif Topçuoğlu’nun 1997-1998 yıllarında çektiği fotoğrafların ise ilk baskılarını aldık bu da oldukça heyecan vericiydi. Bu vesileyle de tüm sanatçılara davetimi kabul ettikleri için yeniden teşekkür etmek isterim. Sanatçıların hangi işlerle katıldığını biraz anlatmanız mümkün mü acaba? Sergi alanında hikâyeyi nasıl kurguladınız? Sergi girişinde bir koridor yaratarak Tayfun Erdoğmuş’un atölyesinde defterler arasında kuruttuğu çeşitli yaprakları yüzey üzerinde düzenlediği, parçaladığı, katmanları özel kimyasallar kullanarak hapsettiği iki eser ve bir yanda da Nazif Topçuoğlu’nun hayvan organlarını çeşitli düzenlemelerle fotoğrafladığı Sakatat Serisi’yle başlıyoruz. Bana kalırsa bu iki iş zaten serginin duygusunu ve rahatsızlık-estetik birleşimini yansıtıyor. Kerem Ozan Bayraktar’ın Kipler adlı animasyonunda ise yapay zeka teknolojilerinin jeneratif imge üretimin üzerinden yaşam, ölüm, evrim, çürüme, organizmaların etkileşimi ve potansiyelleri gibi referansları da kapsayacak çeşitli melez imgeler görüyoruz. Dijital dokuların bir araya gelişleri ve çözülmeleri tıpkı biyolojik olanlar gibi aynı malzemeden yapılan fakat farklı örgütlenme biçimleriyle özel belirişlere sahip varlıkları anımsatıyor. Nergiz Yeşil’in bir niş içine gömülü ve çerçeve içindeki kurgusu ise bilgi felsefesi ve tarih yazımının göreceliğine odaklanıyor; spekülatif bir tür önererek onun deri örnekleri, soy ağacı ve kemik buluntularını müze kurgusunun hiyerarşik yapısı içinde eleştirel bir tavırla sunuyor. Bu işlerde ise malzemelerin kombucha mantarı, hayvan kılı ve kemikleri gibi doğa kökenli olması yine önemli bir konu. Ani Çelik Arevyan’ın fotoğrafları ise aynı yaprakların daha canlı ve en kuru halinde yaşam-ölüm döngüsünü yansıtacak bir alan yaratıyor. Özellikle Dry Leaf serisinde kuru yaprakların artık figürleştiğini, Barok bir etkiyle natürmort algısından tamamen çıkarak çizgiselliğe giden bir sürece evrildiğini görüyoruz. Hale Tenger’in Bir çeşit dilsizlik adlı eseri, yanık motor yağı kullanılması açısından hem tüm canlıların atıklarını barındırıyor, hem de gerçek ağaç dallarının bronz döküme verilmesi ve yanarak yok oluşları sonunda yanık bir orman gibi, kayboluşun ve kaybedilişin hikayesini yansıtıyor. Serginin U şeklinde bir bölümü var ve burada ilk olarak Nermin Er’in İştah serisi yer alıyor; günümüzde gelişen teknolojiye ve malzeme olanaklarına rağmen halen hayvan kullanılarak yapılan alet edevatlara (örneğin oğlak ayağından bıçak sapı, fil dişi, boynuz kullanımı vb) nasıl tasarım olarak yaklaşabildiğimizi, bu ürünlerin tüketim alışkanlıklarımız içindeki yerini sorguluyor. Ali Kazma’nın Taxidermist (Tahnitçi) adlı videosunda ise hayvan postunu dolduran bir tahnitçiyi işini yaparken izliyoruz ve artık o malzeme “herhangi” bir nesneye dönüşüyor, canlılığın, doğanın ise nasıl yeniden bir bedene hapsedildiğini, heykel gibi tasarlandığını görüyoruz. Son olarak Ekin Saçlıoğlu’nun Fosiller serisi var. Sanatçının zaman içinde topladığı hayvan kemiklerini birleştirerek altın ve gümüş kaplı, fantastik hayvanlar yarattığını görüyoruz. Bunlar hem bir mücevher gibi parıltılı ve ilgi çekici, hem de ne olduğunu tam olarak tanımlayamadığımız için ve yapım aşamalarını düşündüğümüzde rahatsız edici bir etki yaratıyor. Bir yandan da sergi kurgusunda en dijital ve soyut işlerden artık gerçek kadavraların yeniden hayat bulduğu bir noktaya geldiğimizi fark ediyoruz. Tam da burada biraz da işlerin malzemesinden bahsedebilir miyiz… Genel olarak kavramsal çerçeveleri öne çıkardığımız, işleri metinlere boğduğumuz bir dönemdeyiz ve eserlerin tekniği, malzeme gibi konular biraz daha geri planda duruyor ki bu da doğal. Elbette ardındaki fikir öncelikli, yani özellikle malzemeye vurgu yapan bir sergi değil fakat hangi kavramın hangi malzemeyle yansıtıldığı konusunu da bir yandan önemli buluyorum. Özellikle organik malzemeyle uğraşmak gerçekten kadavra üzerinde organları öğrenmek gibi, her malzemenin bir anatomisi var sanki ve yapılan işlemlerle bunu deneyimleyen sanatçılar, hazır malzeme kullananlardan daha farklı bir süreç yaşıyor- ya da belki bunu bu şekilde hissetmiyor ve fikrini yansıtacak herhangi bir malzeme diye mi yaklaşıyor? Bu düşünceler de sergiyi şekillendirirken önemli oldu. Nergiz Yeşil’in eser üretirken tüketmemek için organik malzemeyle uğraşması, Kerem Ozan Bayraktar’ın doğal-yapay nesneler ve sistemler üzerine çalışması, bunu yaparken yapay zekâ teknolojilerini de kullanması, çeşitli sanatçıların bu parçalanma- bütünlenme hikayesine hangi medium ve malzemeleri kullanarak yaklaştığı gibi konuların önemli olduğunu düşünüyorum. * Müstesna Kadavra, Galeri Nev İstanbul’da 13 Şubat’a dek, Salı – Cuma günleri arasında 11.00 – 18.30 saatlerinde ziyaret edilebilir. Yola ‘kadavra’ metaforundan çıktık Galeri Nev İstanbul’da açılan grup sergisi Müstesna Kadavra, adını 20. yüzyılda sürrealist sanatçıların oynadığı kolektif çizim oyunu “Le Cadavre Exquis”den alıyor. Ani Çelik Arevyan, Kerem Ozan Bayraktar, Nermin Er, Tayfun Erdoğmuş, Ali Kazma, Ekin Saçlıoğlu, Hale Tenger, Nazif Topçuoğlu ve Nergiz Yeşil’in üretimlerinin yer aldığı serginin küratörü Gizem Gedik, segiyi şöyle anlatıyor:
- Organik malzemeye “kadavra” metaforu üzerinden yaklaşarak ölüm, bedenin nesneleşmesi, işlenebilir bir nitelik kazanması, dönüşümü, potansiyeli gibi konular üzerinden katman katman açılan bir tema oluşturmaya çalıştım.
- Aslında ölüm, canlılık, beden gibi konular üzerine düşünürken insana dair biyolojik bir referans yerine organizmalara, bitkilere ve hayvanlara yani ‘insan-olmayanlara’ yönelme fikrim oldu. Sergi teması ise Galeri Nev İstanbul’un sanatçılarından organik malzemeyle çalışan Tayfun Erdoğmuş ve fotoğraflarında natürmorta farklı yaklaşımıyla Ani Çelik Arevyan üzerine düşünmemle, doğadan gelen malzemeleri beden ve bedenin dönüşümü olarak yorumlamamla başladı.
- Süreç içinde bitki- hayvan ayrımını da bir kenara bırakıp tamamını bedenin dönüşümü, ölüm ve atık biyolojik malzemenin nesneleşmesi üzerinden okuduğumda Nazif Topçuoğlu’nun “Sakatat” serisi ve Ali Kazma’nın “Taxidermist (Tahnitçi)” adlı videosunu dahil etmeye karar verdim. Nazif Topçuoğlu’nun 1997-1998 yıllarında çektiği fotoğrafların ise ilk baskılarını aldık bu da oldukça heyecan vericiydi.