Sömürge gerçekleriyle Nobel’e uzandı

Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Abdulrazak Gurnah’ı bu kadar cazip kılan unsurlardan biri, detaylara değil hakikate gösterdiği zahmetli özen oldu

David Pilling, Financial Times
Abdulrazak Gurnah 7 Ekim Perşembe günü Canterbury’deki evinin mutfağında çayını koyarken telefonu çaldı: 2021 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı.  Genellikle sakal tıraşını özenli, düşüncelerini ise biraz gizli tutan 72 yaşındaki emekli profesör, ödüle aday gösterildiğinden bile tamamen habersiz olduğunu, bu yüzden hem büyük bir mutluluk hem de daha da büyük bir şaşkınlık yaşadığını söyledi. Aynı akşam BBC radyosuna verdiği röportajda, “Ben olsam beni seçmezdim” diye konuştu.  Bu İngiliz usulü çekingenlik Gurnah’a yakışıyor. Ne de olsa, 1948 yılında Zanzibar’da dünyaya gelmiş olmasına rağmen elli yılı aşkın süredir Britanya’da sakin bir hayat sürüyor. Gurnah, bir zamanlar Arap köle ticaretinin merkezi olan Zanzibar Sultanlığı’nda varlıklı bir ailede büyüdü. Zanzibar adası, Arap kökenlileri hedef alan ve okulların kapanmasına yol açan 1964 devriminden sonra Tanzanya’ya katılacaktı. Ancak o günler geldiğinde Burnah Zanzibar’dan ayrılmıştı.  Britanya’da çok da iyi karşılanmadı; parasızdı ve sıla hasreti çekiyordu. Canterbury’de okudu; Kent Üniversitesi’nde doktora yaptı ve öğretim üyesi oldu. İngiliz edebiyatı ve sömürge sonrası edebiyat dersleri veriyordu. 

Ruh çağırır gibi yazıyor

Boş zamanlarında 10 roman yazdı. Bu haftaya kadar çok kalabalık olmayan ama sadık bir okur kitlesi edindi. Yeni okurlar için bir kitabını önermesi istenince, muhtemelen çoğunun baskısının bittiğini söyledi.  Gurnah’ın edebi üslubu “çağrışımcı” olarak tarif edilebilirdi; tarihin unutulmuş, hatta bazen kasten silinmiş köşelerinde kalan insanların ve mekanların hikayelerini, adeta ruh çağırırcasına metinlere taşıyor. Hikayelerinin birçoğu 20’nci yüzyılın başlarında, Afrika’nın Swahili kıyılarında geçiyor; Zimbabveli yazar Novuyo Rosa Tshuma’ya göre, bu hikayeler, “tarihin gürültülü ve acımasız bir parçasının yanı başında yaşanan sessiz yaşamların anlamını ve duygusunu” hatırlatıyor.  Gurnah karakterlerinin şartlara göre “tanımlanmadığını, şekillendiğini” belirtiyor. Son romanı Afterlives’da, bir kız çocuğu gizlice okumayı öğrendiği için üvey anne-babasından dayak yiyor. Yine de sonradan evleneceği genç adamın peşinden koşmayı, şakalar yapmayı ve kendi iradesiyle seçtiği bir yaşam sürmeyi başarıyor.  Gurnah’ın karakterleri her şeyden önce insani yanıyla öne çıkıyor. Bir Alman papaz, Doğu Afrika’dan hiçbir şey olmaz kanaatine kısılıp kalmış olsa da, şefkatli bir yaklaşımla yaralı bir Afrikalının bakımını üstleniyor. Alman sömürge ordusu Schutztruppe birliklerinden bir subay, emri altındaki Afrikalı çocuğa bir yandan gaddarca davranırken diğer yandan ona bir Schiller kitabı vererek Almancasını geliştirmesine yardımcı oluyor. Hatta bu yaptığıyla, hiçbir Afrikalının böyle bir kitabı anlayamayacağına dair kendi önyargısıyla da çelişiyor.  Birçok romanı göç teması etrafında dönüyor. Gurnah, Cuma günü gazetecilere yaptığı açıklamada, göçü “çağımızın en büyük olayı” olarak tanımladı ve özellikle Küresel Güney’den itilen veya çekilen göçmenlere vurgu yaptı. İsveç Akademisi ise ödül açıklamasında, Gurnah’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanma gerekçesini, “kültürler ve kıtalar arasında sömürgeciliğin etkilerini ve sığınmacıların kaderini ödünsüz ve merhametle ele alması” ifadeleriyle duyurdu. 

Büyük düşmanlık

İngiltere’ye geldiği günlerde Gurnah’ın kafasında buranın “incelik ve nezaket” ülkesi olduğuna dair bir imaj vardı. “Böyle bir düşmanlıkla karşılaşmayı hiç beklemiyordum” diyor. “Kötü sözlere, çirkin bakışlara ve kabalığa maruz kalıyorsunuz.” Yaşadığı İngiltere öyle beyaz ağırlıklı bir yerdi ki, zaman zaman bir mağaza vitrininde kendi yansımasını görünce, gerçekten kim olduğunu merak etmekten kendini alamıyordu.  Yine de İngiliz edebiyatına daldı “ve okudu ve okudu ve okudu”. Memleketi hakkında günlüğüne yazdığı notlar zaman içinde gelişerek ilk romanı Memory of Departure’ı oluşturdu; kitap, bağımsızlığını yeni kazanmış vatanından kaçan bir adamı anlatıyordu.    Dördüncü romanı Cennet, 1994 Booker Ödülü’ne aday gösterildi. Bu hafta Nobel alana kadar, edebiyat dünyasındaki en büyük başarısı buydu. Kitabı Afrika topraklarındaki Alman ve Britanya sömürge orduları arasındaki az bilinen bir savaşın hikayesi olarak düşünmüştü. Ama açılış sahnesini yazmaya oturunca, kahramanın akıbetine dair hiçbir fikrinin olmadığını fark etti. Bu ilk sahnede genç Afrikalı Yusuf, Alman ordusu tarafından askere alınıyordu.  Neticede, başlangıç sahnesi final sahnesi oldu. Gurnah babasının borcunu ödemek için köle olarak satılan bir delikanlının, bir esaretten diğerine nasıl kaçtığının izini sürmeyi seçti. Yazdıklarını bu kadar cazip kılan unsurlardan biri, detaylara değil hakikate gösterdiği zahmetli özen oldu.  Onun betimlediği Afrika, Batı’nın algıladığından daha karmaşık, incelikli ve çok-kültürlü bir yer. Dublin Trinity College’dan sömürge sonrası edebiyat doçenti Melanie Otto’ya göre, “Gurnah’ın kitaplarında şu soru soruluyor: Sömürge arşivlerinde bilerek karartılmış ve silinmiş bir geçmişi nasıl hatırlarız?”  Kitaplarını anadili olan Swahili dilinde değil İngilizce yazdığı için, Tanzanya’daki ünü sınırlı. Tanzanyalı avukat Fatma Karume, bu haftaki Nobel Ödülü haberinden sonra, ülkede Gurnah’ın milliyeti hakkında bir tartışma başladığını belirtiyor. Bazıları Tanzanya’nın çifte vatandaşlığı tanımamasından yakınarak, “her şeye rağmen onun kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlarmış”.  Gurnah neden İngilizce yazdığı sorusuyla çok sık karşılaşıyor. Ona göre İngilizce tıpkı kriket gibi, İngilizlerin icat ettiği ama artık herkese ait olan, hatta bazen yabancıların daha yetkin olduğu bir oyun. Ama memleketi sorulunca tereddütsüz cevap veriyor. “Ben Zanzibarlıyım. Bu konu tartışmaya kapalı.”
Yenidoğan çetesi skandalı 4 ile daha sıçradı Kürtlere TC devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum Sakarya'daki makarna fabrikasındaki patlama anı güvenlik kamerasına yansıdı Bakanlık satışını yasakladı İran'a verilecek yanıtı konuşmak için henüz çok erken Üç virüslü bir salgının ortasındayız