Yaz mevsimi, bazı okurların takipçisi olduğu yazarların yeni kitaplarını beklediği bir dönem. Bu yazarlardan biri de Kürşat Başar. Romanları ve denemelerinde kendi hayatından da beslenen Başar’ın yaşamı kültürel ve sanatsal olarak çok zengin. Üniversitede felsefe okurken cep harçlığını kazanmak için Hürriyet Gösteri dergisinde çalışmaya başlıyor. Döneminin edebiyat ve sanata yön verenlerinin uğrak yeri olan bu dergi Başar’ın hikâyesine de yön veren ilk yer oluyor belki de. Sonrası gazetecilik, edebiyat ve müzik...
Çok genç yaşta dönemin en önemli kültür-sanat dergisinde, edebiyatçıların arasında büyümüşsünüz. O dönemin sanat ve edebiyat dünyasıyla bugünkünü kıyaslasanız, o zamandan bugüne sizce eksilen, değişen neler var? Gösteri dergisi gerçekten de o zamanların en iyi dergilerinden biri olmanın ötesinde bir lokal gibiydi. Yazarlar, sanatçılar gelir, orada uzun uzun sohbetler edilir, eleştiriler yapılırdı. Tabii biraz da dedikodu… Şimdilerde yazarlar, sanatçılar artık pek bir araya gelmiyor. Herkes kendi adasında yaşıyor desem doğru olur. O dönemdeki gibi meyhaneler ya da yazarların, sanatçıların takıldığı lokaller de kalmadı.
Peki ilk kitabınızdan son kitabınıza kadar edebiyatçı Kürşat Başar’a baktığınızda ne görüyorsunuz?
İlk kitabın heyecanı elbette her zaman farklı oluyor ama ben her kitapta yine büyük bir heyecan hatta gerginlik yaşarım. Bu sahne için de programlar için de geçerli. Ama eskiden her şeye karışırdım. Kitabın kapağından, kağıdına kadar… Şimdi artık bunlarla uğraşmayı bıraktım.
Edebiyatta kendinize ait bir odanız var sanki. Orada yaşıyor ve yazıyorsunuz. Sahne ve kamera önünde olmaya alışık olduğunuz halde edebiyatta o odada, kendinizle gibisiniz… Doğru. Zaten yazarlık da biraz böyle bir şey. Yalnız bir şey. Var olmayan birileriyle günler, geceler geçiriyorsunuz, onlarla kavga ediyor, barışıyor, küsüyor ya da ayrılıyorsunuz. Aslında bir kitabın sayfalarındaki sanal insanlar bunlar. Kendi odanızda kendi kendinizle kurduğunuz bir dünya işte. Evet, yazmak gitmekle ilgili bir şey. Aslında evinizde, masanızda oturuyorsunuz ama istediğiniz her yere gidebiliyorsunuz. Zaman ve mekânda yolculuk yapabiliyorsunuz. Geçmişi yeniden kurabiliyor ya da geleceği uydurabiliyorsunuz.
“Kahramanlarımın pek çoğu benden izler taşıyor”
Yazmakla ilgili “insanı mutlu edecek bir şey değil, biraz gitmekle ilgili bir şey” demişsiniz bir söyleşinizde. Bununla ilgili konuşalım biraz… Evet, yazmak insanı mutlu eden bir şey değil. Çok yalnız bir iş. Zor bir iş. Mutlu olduğunuz an belki kitabın bittiği an bir tek. Ondan sonra bile gerginlik geliyor, beğenildi mi, eleştiriler nasıl… Yani mutluluk kısmı bir gece filan sürüyor.
Kendinize dair neler keşfettiniz şimdiye dek yazarken?
Benim yazdığım tarzda yazınca insan kendisiyle ilgili pek çok şey keşfediyor. Kahramanların herhangi biri tam olarak ben değilim ama pek çoğu benden izler taşıyor ya da benim düşüncelerimi dile getiriyor. Tabii kendimi eleştirdiğim, hatalarımı gördüğüm, pişmanlıklarımı yazdığım da oldu. Başkasının üzerinden yazınca insan daha rahat mesafe kazanır kendisine. Müzik ve yazı hayatımın iki ana yoluydu ve ben romanda da sesi çok önemsedim her zaman. Şiirsel bir dil kurmaya çalıştım. Belki müzikle ilgilidir bu aynı zamanda. Bir arkadaşım birlikte çalarken şöyle demişti: “Müzik cümlelerin de yazdıklarına benziyor.” Bu iyi mi kötü mü sormadım tabii kendisine…
“Herkes gazetecilik yapar gibi canlı yayın yapıyor”
Gerek Yok Hoş Değil kitabınızda sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte telefonun artık bir tür organımız haline geldiğini söylüyorsunuz. Peki bu telefonlu, sosyal medyalı, teknolojinin her şeyimizi ele geçirdiği ya da bizim ona teslim ettiğimiz bu çağda edebiyat nasıl etkileniyor? Okurunu, gücünü kayıp mı ediyor? İşin garip yanı yıllar önce kitapların artık tarih olacağı, elektronik metinler haline geleceği tartışılırken zaman içinde tersi oldu. Kitap satışları arttı. Daha ilginç olan, yazar sayısı arttı. Hatta neredeyse herkes kitap yazmaya başladı. Bu sosyal medya olayının kitaba çok etkisi olmadı bence ama kitap okumaya etkisi oldu. Çünkü kitap okumak odaklanmakla ilgili bir şey. Artık kimsenin eskisi gibi odaklanabildiğini sanmıyorum.
Yalnızca kitaba değil gittiği filme, oyuna, konsere de odaklanmıyor kimse. Her nedense -eskiden bizim işimiz olan- gazetecilik yapar gibi sürekli canlı yayın yapıyor. İnsanların bizim mesleğimize bu kadar hevesli olduğunu bilmezdim doğrusu…