Paris Moda Haftası SS26: Yenilerin ilk sınavı, gösterişten uzak bir şov
PFW SS26, sadece moda ayının finali değil, yeni dönemlerin platformu haline geldi. Chanel’de yeni sayfa, Dior’da kavramsal keskinlik, Loewe’de zanaat-gündelik denge; Margiela ve Gaultier’de ise tartışmalı çıkışlar… Moda yeniden popüler olabilir mi?
Paris’te, 29 Eylül–7 Ekim arasında İlkbahar-Yaz 2026 sezonunun tasarımlarının sergilendiği Moda Haftası bugün son buluyor. Paris’teki etkinlik, moda sektöründe hem ekonomik daralmanın hem de lüks tüketime tepkinin yükseldiği dönemlerde uzun bir aradan sonra heyecanı ve merakı geri getirdi. Bunun birden fazla nedeni mevcut tabii; büyük markaların değişen kreatif direktörlerinin ilk sunumları, markaların eleştirileri kabul edip etmediği sınavı, ve tabii ki yeni trendlere yönelik merak…
Moda Haftası, öncekiler gibi görkemli sahnelerle değil; ölçülü ve güçlü mesajlar, moderasyon, yaratıcı yenilenme ve “ihtişam” söyleminin yeniden yorumlanmasıyla ön plandaydı. Bu sezonun kodları, yüksek görsellikten ziyade tema, malzeme, ses-mekan koreografisi ve kreatif dönüşümlerde gizliydi. Markaların dönüşümün kaçınılmazlığını yakalamış olması da olumlu not aldı.
Podyumun unutulmazları ve öne çıkanları neler oldu?
Chanel’de Matthieu Blazy dönemi başladı
Blazy’nin ilk kadın giyim koleksiyonu, minimal ama güçlü bir imza bıraktı. İpek şifonlar, ince örgü paneller, klasik tüvit referansları ve mavilerle harmanlanan palet, birçok eleştirmen tarafından duygusal denge ve zarafeti çağrıştıran bir başlangıç olarak yorumlandı. Podyum, Chanel’in geçirdiği zorlu süreçleri Blazy ile birlikte arkada bırakacağının bir fragmanıydı. Blazy eski ve yeni uyumunu yeterli bir oranda yakaladı. Bir risk sunmadı; ancak markanın değişeceği noktayı tanımladı; bunu yaparken mirası da saygıyla andı.
Kıyafet seçkisi, maskülen-feminen arasında geçiş yaparken, kutudan çıkmamış gibi görünen çantalar ve asimetrik silüetlerle “kullanılan lüks” vurgulandı. Eleştirmenler Blazy’nin bu açılışını “nefes tazeleyen, cesur” şeklinde değerlendirdi; FashionNetwork “yeni Chanel dönemi” dedi.
Jonathan Anderson’lı bir Dior
Paris Moda Haftası’nın kuşkusuz en çok konuşulan markası oldu Dior. Bir miras taşıyıcılığının daha başarıyla tamamlandığını gördük. “Markanın mirasıyla flört eden ama ona mesafeli duran bir çizgi” ile Anderson nefes kesici silüetler yakaladı. Anderson, eski zamanların kabuklarını soyarken modern silüetlerle yeni bir diyalog kurdu. Markanın tasarımlarında özellikle üst beden ve kol kesimleri dikkat çekse de transparan detayları da bir hayli ilgi topladı. Dior güçlü bir yeni dönem mesajını podyuma topuklarla yazdı.
Silüetler, klasik moldan uzaklaşıp “yeni bir miras diline” evrildi: keskin hatlar, volümler ve kontrast dokular arasında bir köprü kuruldu. Eleştirmenler bu geçişi hem cesur hem dengeli olarak yorumladı; Vogue Business “evin kodlarını yeniden yazmanın ustaca yolları” dedi.
Louis Vuitton için moda bir anlatım sanatı
Nicolas Ghesquière bu sezon modayı yalnızca bir giyim pratiği değil, duyusal bir anlatım sanatı olarak kurguladı. Defile, Grand Palais Éphémère’in içine kurulmuş devasa bir ışık tünelinde başladı; mekân, dev perde panelleri, hareketli duvarlar ve yansıtılmış gökyüzü dokularıyla bir film setini andıran kinetik bir evrene dönüştürülmüştü.
Ghesquière’in uzun süredir sürdürdüğü “giyilebilir mimari” anlayışı, bu kez sinematografik bir dile büründü: Kıvrılan kalıplar, sert omuz hatlarına rağmen akışkan duran kumaşlar, dev fiyonk ve kılıf biçimindeki eteklerle yapı ve duygu arasında bir köprü kurdu.
Koleksiyon, 1970’lerin futurist modasına göndermeler yaparken nostaljiden ziyade geleceğin anılarını çağrıştırıyordu. Metalik bej, solgun mavi ve mercan arasında salınan renk paleti; ışık oyunlarıyla defile boyunca değişiyor, kıyafetleri sürekli yeniden tanımlıyordu.
Güçlü omuzlar: Saint Laurent
Anthony Vaccarello, Saint Laurent’in yıllardır imzası haline gelen “keskin omuz” siluetini bu sezon yeniden sahneye taşıdı; ancak bu kez abartıdan uzak, soğukkanlı bir güç yorumuyla. Trocadéro Meydanı’nda Eyfel Kulesi fonunda gerçekleşen defilede, düz hatlı trençkotlar, dar deri pantolonlar ve mat siyah–elektrik mavisi kontrastlarıyla “güç kostümü” havası kuruldu.
1980’lerin “power dressing” estetiğine referans veren bu koleksiyon, hacim yerine orantıyla güç yaratıyordu. Omuz çizgisi bir zırh gibi değil, bir ifade aracına dönüştü: kadının bedeniyle değil, duruşuyla alan açtığı bir zarafet tanımı. Eleştirmenler şovu “duruşla hükmeden, sesle değil” diye tanımladı — Saint Laurent’in klasik gücü bu kez sessiz ama kararlıydı.
Sokakla Yankılanan Sahne: Miu Miu
Miuccia Prada’nın Miu Miu’su, Paris Moda Haftası’nın en canlı ve en çok konuşulan duraklarından biri oldu. Defile yalnızca kıyafetlerle değil, seyirciyle kurduğu enerjiyle hatırlandı. Sosyal medyada viral olan karelerde, markanın klasik okul estetiği — mini etek, soket çorap, loafer üçlüsü — yeniden doğdu; bu kez daha da özgüvenli ve cüretkâr.
Gösteri, sahne ile izleyici arasındaki çizgiyi bilinçli olarak bulanıklaştırdı. Defilenin temposu, podyumun dışına taşan ritmik müzikle birleşince, moda adeta bir kolektif performansa dönüştü. Kıyafetler, izleyenlerin telefon ekranlarından paylaşıldıkça ikinci bir hayat kazandı; Miu Miu defilesi bir anda haftanın sosyal medya vitrini haline geldi.
Eleştirmenler, koleksiyonu “sokakla podyumun arasındaki gerilimi yeniden tanımlayan” bir an olarak yorumladı. Vogue Paris, “Miuccia yine gençliği yakaladı — ama bu kez podyumda değil, izleyici koltuğunda oturuyordu,” diye yazdı. Miu Miu’nun enerjisi, Paris’teki büyük evlerin ölçülü sessizliğine karşı bir neşe patlaması gibiydi.
Gaultier’in mirasını Duran Lantink taşıyabilir mi?
Lantink’in Gaultier’e kalıcı kreatif direktör olarak atanması önemli bir tarihsel değişim; bu haber duyurulduğunda da büyük bir heyecanla beklenen bir gelişmeydi. Ancak Lantink’in podyuma yansıttıkları heyecandan çok gerilim getirdi.
Gaultier’ın ‘dışlanmış’a övgüsünü sürdürmeyi hedeflese de Lantink bu övgüde güzelliğe değil; ‘normal dışı’na odaklandı. Ekstravagant görünümler her ne kadar podyumda kendini izletse de özellikle tasarımların pratikte kullanım zorluğu eleştirmenlerin not düşürmelerinin temel nedenleri oldu.
Loewe; Jack McCollough ve Lazaro Hernandez'e emanet
Loewe bu sezon Jack McCollough & Lazaro Hernandez ikilisiyle yeni bir döneme başladı. Koleksiyon, geleneksel İspanyol zanaatı ile New York dokusunu harmanladı: cesur renkler, yapılandırılmış deri parçalar ve zengin yüzey detayları görüldü. Renk neşesi, klasik siyah tercihinin yerini dengeli ama cesur tonlara bıraktı. Koleksiyonda özellikle bel formu vurgulandı.
Moda haftasından öne çıkan trendler ne oldu?
Silüet & Oran
Paris’te SS26’da omuz–bacak dengesi güçlü bir kod haline geldi. Dior’un Bar ceketi varyasyonları yeni silüetler sunarken Chanel daha yere yakın akışla kontrast oluşturdu. Balenciaga ve Margiela’da konstrüktif kesimler, mimari hatlarla vücuda oturan formlar sundu. Bu, klasik form anlayışıyla deneysel doku ve kesim dilini birleştirme çabası olarak okundu.
Malzeme & Doku
Bu sezon tül, organze ve şifon katmanlar öne çıktı. Deri materyaller sertliklerini korurken Loewe’de yapısal işçilikle zarif konstrüksiyonlara dönüştü; couture dikiş teknikleri, yüzeylere zenginlik kattı.
Renk
Loewe bu sezon renkle geri döndü; koleksiyonda “colour pop” parçalar ve kontrollü renk blokları dikkat çekti. FROW’lar da bu enerjiyi benimseyerek parlak vurgu tonlarını gösterdi.
Aksesuar
Chanel’de yeni çanta versiyonları göze çarptı; Loewe geleneksel “Amazona” serisini yeniden tanımladı. Carven’in büyük “kiss-lock” çantaları ise nostaljik ama gösterişli vurgular getirdi.
Sokak Stili
Minimal Paris estetiği yerini dokulu-maksimal kombinlere bıraktı. Taffeta, brokar, kadife karışımları farklı kumaşların çarpıştığı katmanlı hakimiyet kazandı. Bu sezon sokak stili, “kişilik giyinme” mottosunu sahneye taşıdı.
Moda yeniden popüler olabilir mi?
Paris Moda Haftası SS26, gösterişin değil mesajın, görkemin değil inceliğin sezonu oldu. Chanel ve Dior’daki iki büyük yaratıcı dönüşüm, sahne anlatımlarının gücü, silüetlerin yeniden dengelenmesi ve koleksiyonların “iç duyarlılık”la kurgulanması bu haftayı unutulmaz kılıyor. Moda artık yalnızca kumaşla değil, fikrin formuyla sahneye çıkıyor.
Lüks tüketime yönelik eleştirilerin arttığı, markaların popülaritesinin sarsıldığı bir dönemde Paris podyumları abartısız ama iddialı bir yanıt verdi. Sadeleşen sahneler, düşünülmüş detaylar ve zanaatin ön plana çıkışı, modayı yeniden anlamlı kılan bir sessizlik kurdu.
Bir tüketim nesnesi olmanın ötesine geçip, yeniden bir sanat pratiği hâline gelebilir mi moda? Paris bu soruya açık bir yanıt verdi:
Güçlü bir duruş yaratabilirse, evet.