Vekalet savaşları bitmeden dünyaya barış gelmeyecek
İşgalciler elinde tuttukları topraklarda barış ister. Nazi Almanyası işgal ettiği Fransa’da barış istiyordu. İsrail Batı Şeria’da, Putin Ukrayna’da barış istiyor. III. Dünya Savaşı başladı bile, sadece şimdilik çoğunlukla vekalet savaşı biçiminde yürütülüyor
Slavoj Žižek
Rusya’nın Ukrayna işgaliyle birlikte savaş yöntemleri ve küresel siyaset açısından yeni bir döneme giriyoruz. Nükleer felaket riskinin artması bir yana, pandemi, iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, gıda ve su kıtlığı gibi birbirini besleyen küresel krizlerden oluşan bir kusursuz fırtınanın zaten içindeyiz. Mevcut durum temel bir çılgınlık halini ortaya koyuyor: İnsanlığın varoluşu ekolojik ve diğer faktörlerin tehdidi altındayken ve öncelikle bu tehditlerle ilgilenmek gerekirken asıl kaygımız bir anda yine yeni bir siyasi kriz oldu. Küresel işbirliğine hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyulan bir zamanda “medeniyetler çatışması” intikam duygusuyla geri döndü.
Niye böyle oluyor? Biraz Hegel’e bakmak bu tarz soruları cevaplamakta çoğu zaman işe yarar. Bilindiği üzere Hegel Tinin Fenomenolojisi’nde köle-efendi diyalektiğini, yani bir ölüm-kalım mücadelesi içinde sıkışmış iki “özbilinç” fikrini ortaya atar. Bunların her biri kazanmak için kendi yaşamını riske etmeye hazırsa ve ikisi de bu konuda sebat ederse kazanan olmaz: Biri ölür; hayatta kalanın ise varoluşunu tanıyıp kabul edecek kimsesi kalmaz. Başka bir deyişle, bütün tarih ve kültür bir uzlaşı temeli üzerine kuruludur. Yüz yüze geldiklerinde bir taraf (geleceğin kölesi) işi sonuna vardırmak istemez ve “gözünü kaçırır”.
Her devlet kahramanlık ister
Ama Hegel aceleci davranıp devletler arasında asla nihai veya kalıcı uzlaşı olamayacağını da kaydedecekti. Egemen ulus-devletler arasındaki ilişkiler sürekli olarak potansiyel savaşın gölgesindedir ve her barış dönemi aslında geçici bir ateşkestir. Her devlet kendi halkını disipline eder, eğitir ve yurttaşlar arasında barışı garanti eder; bu sürecin yarattığı etik, sonuçta kahramanlık eylemleri talep eder. Yani kişi ülkesi için canını vermeye hazır olmalıdır. Dolayısıyla devletler arasındaki vahşi, barbar ilişkiler aslında devletlerin içindeki etik yaşamın temelini oluşturur.
Çin hiç test edilmedi
Bu mantığın en açık örneği Kuzey Kore ama Çin’in de aynı yöne gittiğine dair emareler var. Çin’deki ismini veremeyeceğim dostlarıma göre, ülkenin askeri yayınlarındaki birçok yazar bugünlerde Çin ordusunun becerisini test edeceği hakiki bir savaş yapmamış olmasından şikayetçi. ABD ordusu Irak gibi yerlerde sürekli sınarken Çin 1979’daki başarısız Vietnam müdahalesinden sonra böyle bir testten geçmedi.
Diğer yandan Çin resmi medyası Tayvan’ın barışçıl yollarla Çin’e katılması yönündeki beklenti söndükçe adanın askeri bir “özgürleştirmeye” ihtiyacı olduğunu açıktan ima etmeye başladı. Çin’in propaganda aygıtı buna ideolojik hazırlık olarak milliyetçi vatanseverliği ve yabancı her şeye karşı şüpheyi giderek besliyor ve ABD’nin Tayvan için savaşmaya hevesli olduğuna dair sık sık suçlamada bulunuyor. Geçen sonbaharda Çinli yetkililer halka “her ihtimale karşı” iki ay yetecek erzak stoklamasını önerdi. Bu tuhaf uyarı birçokları tarafından savaşın eli kulağında olduğu şeklinde algılandı.
Yani medeniyetlerimizi medenileştirmeye ve çevremizle yeni bir ilişki kurma biçimi tesis etmeye yönelik acil ihtiyacın tam tersi bir eğilim var. Tüm insan toplulukları arasında evrensel dayanışma ve işbirliğine ihtiyacımız var; gelgelelim hizipçi dini ve etnik “kahramanca” şiddet ve birinin davası için kendini ve dünyayı feda etmeye hazır olma isteği yükselişte, dolayısıyla bu hedefe ulaşmak çok daha zorlaşıyor. 2017 yılında Fransız filozof Alain Badiou yaklaşan savaşın ana hatlarının şimdiden belirdiğini öngörüyordu:
“…Bir tarafta ABD ile Batı-Japonya cephesi, diğer tarafta Çin ile Rusya ve her tarafta nükleer silahlar. Lenin’in sözlerini hatırlayalım: ‘Ya devrim savaşı önleyecek ya da savaş devrimi tetikleyecek.’ Önümüzdeki politik görevin en büyük emelini bu şekilde tanımlayabiliriz: Tarihte ilk kez ikinci hipotezin – savaşın devrimi tetikleyeceği – değil birinci hipotezin – devrimin savaşı önleyeceği – gerçekleşmesi gerekiyor. I. Dünya Savaşı bağlamında Rusya’da ve II. Dünya Savaşı bağlamında Çin’de fiilen ikinci hipotez gerçekleşmişti. Ama ne karşılığında! Uzun vadede ne gibi sonuçlara yol açarak!”
Reelpolitiğin sınırları
Medeniyetlerimizi medenileştirmek için radikal bir toplumsal değişim, aslına bakarsanız bir devrim gerekiyor. Ama bunun yeni bir savaşla tetiklenmesini umma lüksümüz yok. Çok daha muhtemel bir sonuç ise bildiğimiz medeniyetin sona ermesi ve hayatta kalanların ki kalan olursa küçük otoriter gruplar biçiminde örgütlenmesi. Yanılsamalarda kaybolmayalım: Temel anlamıyla III. Dünya Savaşı başladı bile, sadece şimdilik çoğunlukla vekalet savaşı biçiminde yürütülüyor.
Soyut barış çağrıları yetmez. “Barış” ihtiyaç duyduğumuz kilit politik ayrımı yapabilecek bir terim değil. İşgalciler de daima elinde tuttukları topraklarda samimi bir şekilde barış ister. Nazi Almanya’sı işgal ettiği Fransa’da barış istiyordu; İsrail Batı Şeria’da, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de Ukrayna’da barış istiyor. Tam da bu yüzden, filozof Étienne Balibar bir zamanlar ifade ettiği gibi, “pasifizm bir seçenek sayılamaz”. Yeni bir dünya savaşını önlemenin tek yolu, devamı için sürekli yerel savaşlar gerektirecek türden bir “barıştan” uzak durmak.
Kime güveneceğiz?
Bu şartlarda kime güvenebiliriz? Sanatçılara ve düşünürlere mi, yoksa reelpolitiğin pragmatik uygulayıcılarına mı? Sanatçı ve düşünürlerle ilgili sorun, onların da savaşa temel hazırlayabilecek olması. İrlandalı şair William Butler Yeats’in anlamlı dizelerini hatırlayalım: “Düşlerimi ayaklarının altına serdim,/ Dikkatli yürü, üstüne bastığın benim düşlerim.” Bu dizeler bizzat şairlere de uyarlanabilir. Düşlerini ayaklarımızın altına sererken dikkat etmeleri gerekiyor çünkü bunları gerçek insanlar okuyup onların üzerinden harekete geçiyor. Unutmayalım ki aynı Yeats faşizmle sürekli flört etmiş, işi Almanya’nın Ağustos 1938 tarihli antisemitik Nürnberg yasalarını onaylamaya kadar vardırmıştı.
Şairler şehirlerden atılsın mı?
Platon şairlerin şehirlerden atılması gerektiğini iddia ettiği için hakir görülür. Halbuki son derece anlamlı bir öneri. Yakın tarihteki deneyimlerimize bakarsak etnik temizlik için gereken bahanelerin Putin’in resmi ideoloğu Aleksandr Dugin gibi şair ve “düşünürler” tarafından hazırlandığını görebiliriz. Post-ideolojik olduğu varsayılan bir çağda yaşadığımız için artık şiirsiz bir etnik temizlik yok. Büyük seküler davalar insanları kitlesel şiddet için harekete geçiremez hale geldiğinden daha büyük bir kutsal sebebe ihtiyaç var. Din ve etnik aidiyet bu role mükemmel uyuyor. Zevk için kitlesel kıyım yapan patolojik ateistler de var ama onlar istisna.
Reelpolitik de iyi bir rehber sayılmaz. İdeoloji için bahane haline gelmiş durumda. İdeoloji ise çoğu zaman, açıktan işlenen suçu örtbas etmek adına görünüşler perdesinin arkasında saklı bir boyut olduğunu ima ediyor. Bu çifte gizemlileştirme genellikle bir durumu “karmaşık” olarak tanımlamakla duyuruluyor. Bariz bir olgu, mesela gaddar bir askeri saldırganlık örneği, “çok daha karmaşık bir arka plandan” dem vurularak göreceli hale getiriliyor. Saldırı eylemi gerçekte bir savunma eylemi oluyor.
O fırkadaki gibi
Bugün yaşanan tam da bu. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırdığı, sivilleri hedef aldığı ve milyonları yerinden ettiği apaçık ortada. Gelgelelim yorumcular ve otoriteler şevkle bu eylemlerin arkasındaki “karmaşıklığı” arıyor.
Elbette bir karmaşıklık söz konusu. Ama bu, Rusya’nın tüm bunları yaptığı gerçeğini değiştirmiyor. Hatamız Putin’in tehditlerini harfiyen yorumlamamak oldu; sadece bir nevi stratejik manipülasyon ve gerilim politikası oyunu oynadığını sandık. İnsanın aklına Sigmund Freud’un meşhur fıkrası geliyor:
“İki Yahudi Galiçya’daki bir istasyonda bir vagonda rastlaşmış. Biri, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sorunca öbürü ‘Krakow’a’ demiş. İlki, ‘Amma yalancısın!’ diye çıkışmış. ‘Krakow’a gittiğini söylüyorsan Lviv’e gittiğine inanmamı istiyorsundur. Halbuki gerçekten Krakow’a gittiğini biliyorum. Niye yalan söylüyorsun?’”
Putin askeri müdahalede bulunacağını ilan edince, Ukrayna’yı pasifize etmek ve “Nazilerden arındırmak” istediğini belirttiğinde söylediklerini doğrudan almadık. Hayal kırıklığına uğrayan “derin” strateji uzmanlarının sitemli sözleri şunu demeye getiriyordu: “Madem gerçekten Lviv’i işgal etmek istiyordun neden bana Lviv’i işgal edeceğini söyledin?”
Bu çifte gizemlileştirme reelpolitiğin bitiş noktasını açığa vuruyor. Reelpolitik kural gereği diplomasiyi ve dış politikayı tek bir tarafın belirlediği ahlaki ya da siyasi ilkelere bağlama naifliğine karşıdır. Ancak mevcut durumda esas naif olan reelpolitik. Karşı tarafın, yani düşmanın da sınırlı bir pragmatik anlaşmayı amaçladığını varsaymak naif kalıyor.
MAD doktrini, NUTS oyunu
Soğuk Savaş sırasında süper güçlerin davranış kuralları karşılıklı kesin yıkım (MAD) doktriniyle belirlenmişti. Bir süper güç nükleer saldırıya karar vermesi halinde karşı tarafın tam yıkıcı kuvvetle karşılık vereceğinden emindi. Bu sayede iki taraf da savaş açmadı.
Buna karşın Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ABD’ye yıkıcı bir darbe vurmaktan söz ederken kendisini nereye konumlandırdığını insan ister istemez merak ediyor. Hem kendisinin hem de ülkesinin yok edilebileceğinin farkında değilmiş gibi konuşuyor. Sanki bambaşka bir oyun oynuyor. Nükleer kullanım hedefi seçimi (NUTS) adlı bu oyunda düşman daha karşı saldırıda bulunamadan nükleer kabiliyetleri incelikli bir şekilde yok ediliyor.
ABD onlarca yıldır MAD ile NUTS arasında gidip geliyor. Rusya ve Çin ile ilişkilerinde MAD mantığına güveninin devam ettiğini gösterircesine hareket ederken İran ve Kuzey Kore söz konusu olunca zaman zaman aklı çelinip NUTS stratejisi izlemeye yaklaşıyor. Putin de olası bir taktik nükleer saldırı başlatacağına dair imalarla aynı akıl yürütme tarzını takip ediyor. Doğrudan çelişen iki stratejinin aynı süper güç tarafından eşzamanlı olarak yürürlüğe konduğu gerçeği, onun uçuk karakterini ortaya koyuyor.
Ancak bizim için ne yazık ki MAD’çılık mazide kaldı. Süper güçler gitgide birbirine test ediyor ve kendilerine uygun küresel kuralları dayatmak için “vekiller” üzerinden denemeler yapıyor. 5 Mart günü Putin Rusya’ya uygulanan yaptırımların “savaş ilanına denk” olduğunu söyledi. Ancak o günden beri Batı ile ekonomik alışverişin sürmesi gerektiğini yineliyor ve Rusya’nın mali taahhütlerini yerine getirdiğini, Batı Avrupa’ya hidrokarbon vermeye devam ettiğini vurguluyor.
Bir başka deyişle Putin yeni bir uluslararası ilişkiler modeli dayatma uğraşında. Soğuk Savaş yerine sıcak barış, yani askeri müdahalelerin barışı koruma ve insani misyon kisvesi altında gerçekleştirildiği kalıcı bir hibrit savaş durumu istiyor.
Bu nedenle 15 Şubat’ta Rus parlamentosu Duma bir deklarasyon yayınladı ve “Ukrayna’nın Donetsk ve Lugansk bölgelerindeki belli kesimlerde yaşayan, Rusça konuşma ve yazma arzusunu dile getiren, dini özgürlüğüne saygı duyulmasını isteyen, hak ve özgürlüklerini ihlal etmiş Ukraynalı yetkililerin eylemlerini desteklemeyen kişilere destek amaçlı uygun insani tedbirlere samimi ve konsolide destek vereceğini” açıkladı.
ABD de Orta Doğu’da yaptı
ABD önderliğinde Latin Amerika, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yapılan müdahalelerde benzer argümanları kaç kez duyduk? Rusya Ukrayna’da şehirleri ve doğumevlerini bombalarken uluslararası ticaret devam etmeli. Ukrayna dışında normal hayat sürmeli. Dünyanın izole bölgelerindeki sonu gelmez barış koruma müdahaleleriyle devam ettirilen kalıcı bir küresel barışa sahip olmak bu demek.
Böyle belalı bir durumda kimse özgür olabilir mi? Hegel’in izinden giderek soyut ve somut hürriyet arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Bunlar bizdeki hürriyet (freedom) ve özgürlük (liberty) kavramlarına karşılık geliyor. Soyut hürriyet kişinin toplumsal kural ve geleneklerden bağımsız olarak istediğini yapabilme becerisi, somut hürriyet ise kural ve geleneklerle sağlanan ve sürdürülen hürriyet anlamına geliyor. Kalabalık bir caddede hür bir şekilde yürüyebilmem için caddedeki insanların bana medeni davrandığından, sürücülerin trafik kurallarına uyduğundan, diğer yayaların beni soymayacağından mümkün ölçüde emin olmam gerekiyor.
Ancak soyut hürriyetin devreye girmesini gerektiren kriz anları da var. Jean-Paul Sartre Aralık 1944’te şöyle yazıyordu: “Hiçbir zaman Alman işgali dönemindeki kadar hür olmadık. Konuşma hakkı başta olmak üzere bütün haklarımızı kaybetmiştik. Yüzümüze hakaret ediyorlardı. ... Rönesans’ın hakiki bir demokrasi olmasının sebebi buydu; asker için de üstü için de belli bir disiplinin içinde aynı tehlike, yalnızlık, sorumluluk, aynı mutlak hürriyet söz konusuydu.”
Sartre özgürlüğü değil hürriyeti tarif ediyordu. Özgürlük savaş sonrası işler normale dönünce tesis edildi. Bugün Ukrayna’da Rus işgaline karşı çarpışanlar hür insanlar ve özgürlük için savaşıyorlar. Ama bu da söz konusu ayrımın ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Başka milyonlarca insan özgürlüklerini korumak için kuralları hür bir şekilde ihlal etmek gerektiğine karar verirse ne olacak? 6 Ocak 2021’de Trump’çı çeteyi Kongre Binası işgaline götüren bu değil miydi?
Bugünün dünyasını tanımlamaya uygun bir sözcüğümüz hala yok. Örneğin filozof Catherine Malabou kapitalizmin “anarşist dönemecinin” başlangıcına tanıklık ettiğimizi düşünüyor: “Merkezi olmayan para birimleri, devlet tekelinin sonu, bankaların oynadığı aracı rolün işlevsizleşmesi, alışveriş ve işlemlerin merkezi niteliğini kaybetmesi gibi olguları başka nasıl betimleyebiliriz?”
Bu olgular kulağa şok edici gelebilin ancak devlet tekelinin kademeli olarak ortadan kaybolmasıyla, merhametsiz sömürünün ve tahakkümün devlet tarafından belirlenmiş sınırları da ortadan kalkacak. Anarko-kapitalizm şeffaflığı hedef alıyor olsa da aynı zamanda “geniş ölçekli fakat mat veri kullanımı, karanlık ağ ve bilgi uydurma pratiği için eşzamanlı onay veriyor.”
Malabou kaosa sürüklenişi önlemek için politikaların gittikçe “faşist evrim” yoluna girdiğini belirtiyor: “Bu evrim askeri ve güvenliğe dair konularda aşırı bir yığılmayla beraber ilerliyor. Böyle olgular anarşizm dürtüsüyle çelişmiyor. Bilakis, tam da devletin ortadan kalktığını gösteriyor. Toplumsal fonksiyonu bir kez ortadan kalkınca devlet gücünün tükendiğini şiddet kullanarak dışa vuruyor. Dolayısıyla ultra milliyetçilik ulusal otoritenin can çekiştiğini haber veriyor.”
Bu açılardan bakınca Ukrayna’daki durum bir ulus-devletin başka bir ulus-devlete saldırısı gibi görünmüyor. Daha ziyade, Ukrayna etnik kimliği inkar edilen bir varlık olarak saldırı altında. İşgal tıpkı Suriye’de olduğu gibi çoğu zaman etnik alanların çok ötesine uzanan jeopolitik etki alanları üzerinden gerekçelendiriliyor. Rusya’nın “askeri özel harekatı” için “savaş” sözcüğünü kullanmayı reddetmesinin tek sebebi müdahalenin acımasızlığını önemsiz göstermek değil; eskiden ulus-devletler arasındaki silahlı çatışma anlamındaki savaşın bugünkü durumu karşılamadığını da anlatıyor bu.
Kosova’ya tehdit
Kremlin jeopolitik etki alanı olarak gördüğü yerde “barışı” korumaktan başka bir şey yapmadığına inanmamızı istiyor. Aslında Bosna ve Kosova’daki vekilleriyle zaten benzer müdahalelerde bulunuyor. 17 Mart günü Rusya’nın Bosna büyükelçisi Igor Kalabukhov “Bosna NATO gibi herhangi bir ittifakın üyesi olmaya karar verirse bu onun iç sorundur. Bizim tepkimizin ne olacağı ise başka bir konu. Ukrayna örneği ne beklediğimizi gösteriyor. Tehdit görürsek gereğini yaparız.”
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov işi daha ileri götürerek tek bir kapsamlı çözüm olduğunu söylüyor. Buna göre tüm Avrupa silahsızlandırılmalı çünkü Rusya ordusuyla birlikte dönem dönem insani müdahalelerde bulunarak barışı koruyabilir. Rus basınında benzer iddialar bol. Siyaset yorumcusu Dimitri Evstafiev’in kısa süre önce bir Hırvat kanalındaki röportajında söylediği üzere, “Yeni bir Rusya doğdu ve bu Rusya sizi, yani Avrupa’yı ortak olarak görmediğini açıkça bildiriyor. Rusya’nın üç ortağı var: ABD, Çin ve Hindistan. Siz bizim için biz ve Amerikalılar arasında paylaşılacak bir ödülsünüz. Henüz anlamamış olabilirsiniz ama oraya doğru yaklaşıyoruz.”
Putin’in saray filozofu Dugin de Kremlin’in duruşunu tuhaf bir tarihselci rölativizm içine yerleştirip haklı çıkarmaya uğraşıyor. 2016 yılında şöyle demişti:
“Post-modernite hakikat denen her şeyin aslında bir inanç meselesi olduğunu gösteriyor. O halde biz de kendi yaptığımıza, kendi söylediğimize inanıyoruz. Hakikati tanımlamanın tek yolu bu. Yani bizim kendimize özgü Rus hakikatimiz var, siz de bunu kabul etmek zorundasınız… Eğer ABD savaş istemiyorsa Amerika’nın bundan böyle tek efendi olmadığını kabul etmeniz gerekir. Suriye ve Ukrayna’daki durum üzerine Rusya, ‘Artık patron sen değilsin’ diyor. Bu, dünyaya kimin hükmettiği meselesi. Gerçek kararı ancak savaş verebilir.”
Ortaya kaçınılmaz bir soru çıkıyor: Suriye ve Ukrayna halklarını ne yapacağız? Onlar da kendi hakikatini ve inancını seçemez mi, yoksa onlar büyük “patronların” oyun alanı – veya savaş meydanı – olmaktan mı ibaret? Kremlin büyük güçler arasındaki bölüşmede onların sayılmadığını söyleyecektir. Dört etki alanı içinde sadece barışı koruyucu müdahaleler olabilir. Tam bir savaş sadece dört büyük patron kendi etki alanlarının sınırı üzerinde anlaşamadığında ortaya çıkar. Çin’in Tayvan ve Güney Çin Denizi’ne yönelik iddiasında olduğu gibi.
İmkansız seçim
Ama bizi çevremize yönelik tehditler etkilemiyor ve yalnızca savaş tehdidi harekete geçirebiliyorsa, tuttuğumuz taraf kazandığı zaman elde edeceğimiz özgürlük kazanmaya değer bir şey olmayabilir. İmkansız bir seçimle karşı karşıyayız: Barışı korumak için ödünler verirsek Rusların genişlemeci siyasetini besliyoruz; bu politikayı tatmin edebilecek tek hamle ise Avrupa’nın “silahsızlandırılması”. Ancak tam bir cepheleşme içine girersek yeni bir dünya savaşına zemin hazırlama riskine yol açıyoruz. Tek gerçek çözüm, durumu algılama biçimimizi belirleyen perspektifi değiştirmek.
Küresel liberal-kapitalist düzen birçok açıdan alenen krize doğru gidiyor olsa da Ukrayna’daki savaş yanlış ve tehlikeli bir şekilde basite indirgeniyor. İklim değişikliği gibi küresel sorunlar barbar-totaliter ülkeler ile medeni özgür Batı arasındaki çatışma şeklinde nitelenen beylik anlatıda ıskalanıyor. Halbuki yeni savaşlar ve süper güç çatışmaları aslında bu sorunlara verilen tepkiler. Konumuz sorunlu bir gezegende hayatta kalmaksa bir ülke diğerlerinden daha güçlü bir konum almak zorunda. Mevcut kriz hakikati açıklayacak bir an olmaktan çok uzak; temel husumet açığa vurulunca, bu krizin derin bir yanılgı anı olduğu görülüyor.
Sağlam bir şekilde Ukrayna’nın arkasında dururken Rusya ile açık bir cepheleşme için bastıranların hayallerini süsleyen savaş merakından uzak durmak da gerekiyor. Yeni bir bağlantısızlık hareketine ihtiyaç var. Ancak bu devam eden savaşta ülkelerin tarafsız olması gerektiği değil “medeniyetler çatışması” kavramını bütünüyle sorgulamamız gerektiği anlamına geliyor.
Kavramın yaratıcısı Samuel Huntington’a göre, medeniyetler çatışması için temeller Soğuk Savaş’ın bitiminde “ideolojinin demir perdesi” yerine “kültürün kadife perdesinin” geçmesiyle atıldı. Bu karanlık vizyon ilk bakışta Francis Fukuyama’nın Avrupa’da komünizmin çöküşüne cevabın ortaya attığı tarihin sonu tezinin tam tersi gibi görünebilir. Fukuyama’nın Hegelvari düşüncesi, insanlığın hayal edebileceği en iyi mümkün toplumsal düzenin kapitalist liberal demokrasi olduğunu ortaya atıyordu. Huntington’ın fikriyle birbirlerine ancak bu kadar uzak olabilirlerdi.
Ama şimdi iki vizyonun birbiriyle tamamen uyumlu olduğunu görebiliyoruz: “Medeniyetler çatışması” aslında “tarihin sonunda” ortaya çıkan politika demek. Etnik ve dini çatışmalar, tam da küresel kapitalizme uygun düşen mücadele formu. Siyasetin yerini uzman toplumsal idarenin aldığı “post-politika” çağında, meşru çatışma kaynakları olarak geriye sadece kültürel (etnik, dini) unsurlar kalıyor. “İrrasyonel” şiddetin yükselişi de toplumlarımızın depolitize olmasının sonucu.
Bu sınırlı ufuk içinde savaşın tek alternatifinin medeniyetlerin, Dugin’in tabiriyle farklı “hakikatlerin” ya da bugünün popüler tabiriyle farklı “yaşam biçimlerinin” barışçıl şekilde bir arada yaşaması olduğu doğru. Ama bu bir bakıma zorla evliliklerin, homofobinin veya sokağa tek başına çıkmaya cesaret eden kadınlara tecavüzün sizinkinden farklı ve küresel piyasaya tamamen entegre bir ülkede gerçekleşmesi halinde hoş görülebileceği anlamına geliyor.
Yeni bağlantısızlık global bir mücadele vermemiz gerektiğini kabul ederek ve ne pahasına olursa olsun Rusofobi’ye karşı uyarıda bulanarak ufkunu genişletmeli. Rusya’da yaşayıp işgali protesto eden kişilere destek vermeliyiz. Onlar enternasyonalistlerden oluşan soyut bir zümre değil, ülkesini gerçekten seven ve 24 Şubat’tan bu yana derin bir utanç duyan hakiki Rus vatanseverler. “Haklı da haksız da olsa ülkemin yanındayım” demekten ahlaken daha itici ve siyaseten daha tehlikeli bir söylem olamaz. Maalesef evrensellik ilkesi Ukrayna savaşındaki ilk kaybımız oldu.
Slavoj Žižek kimdir?
İdeolojinin Yüce Nesnesi, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Kırılgan Temas başta olmak üzere çok sayıda önemli kitabı ve makalesi Türkçeye çevrilen Slovenyalı düşünür Slavoj Žižek ideolojiden psikolojiye, sinemadan politikaya uzanan geniş bir yelpazede eserler verdi. Sıklıkla alıntı yaptığı Lacan’ın yanı sıra Deleuze ve Alain Badiou gibi isimlerle beraber önde gelen çağdaş filozoflardan. Medyada kendisi için “Kültürel teorinin Elvis’i”, “Batı’daki en tehlikeli filozof” ve “Marx’ın kardeşi” gibi yakıştırmalar kullanıldı.
Londra Üniversitesi Birkbeck Beşeri Bilimler Enstitüsü'nün Uluslararası Direktörü. European Graduate School'da felsefe profesörü. Son kitabı Heaven in Disorder geçtiğimiz yıl OR Books’tan yayınlandı.
Oksijen'in notu
Reelpolitik nedir?
Reelpolitik, bir ideal veya kuramdan bağımsız olarak tamamıyla mevcut anda verili gerçeklere uyum sağlayarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak anlamındaki Almanca kökenli terim. 20. yüzyılda, özellikle Soğuk Savaş dönemindeki önemli savunucuları arasında Henry Kissinger, George F. Kennan, Zbigniew Brzezinski and Hans-Dietrich Genscher ve Charles de Gaulle sayılabilir.
© Project Syndicate