Deniz küstü

Marmara bizim yüzümüzden can çekişiyor. Lüferiyle, lakerdasıyla, palamutuyla ünlü deniz küstü bize. Oysa Yaşar Kemal uyarmıştı, pek ilgilenmedik. Belediye, bürokrat uğraşsın deyip rahatımızı bozmadık...

“Başlangıçta sadece Su vardı. Evvelce gök, ay, güneş, hava, ateş, toprak ve ağaç yoktu.  Sadece Su vardı. Su ebedî bir başlangıçtı. Su’dan önce hiçbir canlı olmadı. Su’dan sonra hiçbir canlı olmayacak. Su anne rahmidir. Su aynadır, saflıktır. Su, iyi ile kötüyü ayıran en şeffaf sınırdır. ‘Su, Tanrı’nın yüzünü görmüştür’ dedi, Dedem Korkut. ‘Her insanın on zerresinden yedi tanesi Su’dur” dedi, Umay Ninem.”* Üç bin yıl kadar öncesinde insanlığın büyük çoğunluğu Pagan veya Şaman inancındayken, (bugün Asya’da hâlâ Şaman olan Türkler de dâhil) tabiatın tüm unsurları: su, toprak, hava, ateş, ağaç, börtü-böcek, otlar ve tüm hayvanların canlı olduğu bilinirdi. Bu kadim bilgi destan, masal, şarkı, ilahi, ninni ve geleneklerle kuşaktan kuşağa aktarılır, günlük hayat tabiatın tüm bileşenlerine saygı gösterecek biçimde yaşanırdı. Suyun kuşkusuz hayatın ilk elementi, varoluşun ilk unsuru olduğunu çocukken öğreniyor, bu yüzden suyu kutsal kabul edip kirletmemek için yıkanmadan önce temizlenip sonra suya giriyor, ihtiyaçlarından fazla su tüketmiyorlardı. Su hayattı, hayat suydu. Hâlâ öyledir.  Tabiat merkezli (animizm) kültürlerde yaşayan insanlar, canlı olan her şeyin canı (ruhu) olduğunu farkına vardıkları için onlara zarar vermemeye özen gösterir, onları mal gibi alıp-satmaz, evcilleştirdikleri hayvanları bile belli bir süre sonra tabiata salar, ihtiyacından fazlasını tüketmezlerdi. Vicdanları hırslarına yenik düşmemiş, cennet vaadi olmadan iyilik yapan, elindekinin fazlasını insan-dışı canlılarla paylaşabilen kişilerdi. Etik açıdan bakınca, ilkel şartlarda yaşadıkları düşünülen o insanlar, bugünkü modern insandan çok daha yüksek ahlak seviyesine sahiplerdi. Çünkü onlar, kendilerini modern insanın sandığı gibi tabiatın efendisi değil, onun sadece bir parçası olduğunu bilen vicdanlı kişilerdi. Modern toplumlardakinin aksine canlılar arasında ayrım yapmadıkları için erkeklerin kadınlardan daha akıllı ve güçlü olduğunu sanmazlardı. Eczacı-otacı, hekim-şifacılarının çoğu kadındı. Marmara Denizi uzun zamandır can çekişiyor, çığlık atıyor, feryat ediyor. Marmara Denizi, suyundan, balığı ve tüm deniz ürünlerinden yararlanan, üstelik lağım ve çöplük olarak kendisini kullanan herkesten yardım istiyor. Sesini duyurmak için yüzlerce yıldır çevresinde yaşayan bizim toplumumuza çeşitli “imdat” mesajları yolluyor. Duymazdan geliyoruz.  1980’li yıllarda İzmit Körfezi’nde yoğunlaşan sanayi bölgesinin endüstriyel atıkları nedeniyle yaşanan sıkıntılara, o sırada ODTÜ Çevre Mühendisliği’nde araştırma görevlisi olarak çalışır, ekoloji dersi anlatırken bizzat tanık oldum. Biz atıklarımızı arıtma konusunda isteksiz, ciddiyetsiz ve kolaycı davranırken, aynı yıllarda Finlandiya’da bir teknik üniversitede katıldığım uluslararası su arıtma projesinde Fin biyolog ve çevre mühendisleri, ağaçların organik atığı Lignin’in akarsularını kirletmemesi için üçüncü arıtmanın yollarını arıyorlardı. Biz endüstriyel atıkları arıtmanın maliyetini düşünürken onlar organik atıktan sularını korumak istiyordu. Finler de bizim gibi Asya kökenli bir millet, dillerimiz uzaktan akraba. Yani onların da kültürel kökeninde suyu canlı ve kutsal sayan ata-dedeler ve ata-nineler var, fakat onların aksine biz tabiata saygı duyan kökümüzü unutmuş, suyu metreküple satılan bir mal olarak görüyor, onlarsa suyun hayat ve gelecek demek olduğunu hâlâ anımsayan bir millet olarak yaşıyor. “Su’dan yaratıldı aslımız, Su’dur bizim özümüz. Su kuttur, saadettir, Su devlettir. Su ile kuruldu medeniyetler. Bütün akanlar arasında sadece Su’dur canlının dışını yıkarken içini de temizleyen. Şifadır Su. Kaplıcanın şifası, denizin gücü Su’yun zenginliğindendir. Ruhu yorulanın ilacı su sesidir. Suyun makamı neşe veren Rast’tır, rahatlatan Hüseyni’dir, sevindiren Uşşak ve tevazuya çağıran Hicaz’dır. Su hayattır, hayat Su’dur.” * Bugün dünyanın en güzel iç denizlerinden biri olan Marmara’nın, adına “deniz salyası” denen “müsilaj”la kaplanması, aşırı kirlenme nedeniyle yeterince oksijen kalmayan sularda oluşan çok ciddi bir sorun. İnsanın aşırı tüketimi ve açgözlülüğü nedeniyle 21. yy’ın en önemli sorunu haline gelen İklim Değişikliği felaketi denizlerin aşırı ısınmasına yol açıyor. Bütün bunlar Marmara Denizi’nin bizim yüzümüzden can çekişmesine neden oluyor. Çünkü deniz salyasıyla kaplanan denizlerde varlığı birbirine bağlı olan bitki ve hayvan çeşitliliği yok oluyor yani deniz bitiyor, su ölüyor! Lüferiyle, lakerdası, palamutuyla ünlü Marmara Denizi küstü bize. Oysa Yaşar Kemal uyarmıştı! Pek ilgilenmedik. Belediyeler, uzmanlar, bürokratlar, mühendisler uğraşsın, halletsin dedik. Rahatımızı bozmadık. Yaşar Kemal Ustamız taa 1978’de yazdı “Deniz Küstü” romanını. İstanbul’u bir kurgu karakteri gibi merkezine aldığı romanda insanları, ağaçları, suları, balıkları, kuşları ve şehir mobilyalarıyla tüm şehrin dokusunu ve bu dokunun âdeta bir çeşit “müsilajını” anlatmıştı. Edebiyatçıların ileri görüşlü, çağının ötesinde algılarını ciddiye alan, hayatın en önemli ayrıntılarının iyi hikâye, destan ve romanlarda saklı olduğunu bilen siyasetçiler, savaşta bombaların altındayken bile kitap okuyan insanlar arasından çıkar. Büyük yazarlara gelince, onlar tıpkı Yaşar Kemal gibi, eserlerinde sadece insanı değil, insan-dışı canlıları ve eşyaları da dillendirir, konuşturur, suyu anlatırken su gibi akar, toprağı anlatırken toprak gibi kucaklar, havayı anlatırken hava gibi kanatlanıp uçar, ateşi anlatırken ateş gibi parlarlar.  “Su döner. Su dolaşır. Su akar.  Su gezer. Su yağar. Su uyur. Su’ya ecel gelmez, der destanımız. Bu yüzden yeni doğan bebekler Su ile yıkanır, yunar, Su ile kutsanır.  Her gelenek ve çağda her yeni hayat Su ile karşılanır, Su ile kutlanır.  Su hayattır.” * Bugün, gelişen teknolojinin olanaklarıyla bilim insanlarının botanik, zooloji, mikrobiyolojik-ekoloji, antropoloji ve sinirbilim alanlarında yaptıkları yeni keşiflerden, ağaçların kökleri vasıtasıyla birbirleriyle iletişim kurduklarını, hayvanların kendi aralarında diller geliştirdiklerini, tüm memeli canlıların doğurdukları yavrularını koruma içgüdülerinin hormonlarla ilgili olduğu gibi bilgileri öğreniyoruz. Tabiata dair bilimin ışığında öğrendiğimiz bu gibi bilgilerin aslında binlerce yıl önceki çiftçi, otacı, şifacıların bilgelikleriyle örtüştüğünü destanlardan, mitolojiden, arkeolojik ve antropolojik birikimden anlıyoruz. Bugün kaybettiğimiz biyoçeşitlilik, tükenen hayvan türleri, bitki çeşitleri, insanlığın da geleceğini kaybetmesi anlamına geliyor. Modern insanın, büyük bir bencillik ve kibirle içinde milyonlarca canlı barındıran su, toprak ve havaya cansız eşya, mal gibi davranmasının bedeli belki de kendi türünün yok olmasıdır? Marmara Denizi’ni çok çalışıp uğraşarak uzun bir zaman sonra belki kurtarabiliriz. Fakat suyun önemini ve değerini kavramadan, paranın tabiat, gücün yaşam olmadan hiçbir anlamı olmadığını idrak etmeden kurtaracağımız hiçbir su, toprak ve havanın bize yararı olmaz. Bizim kaybolan vicdanımızı aramaya, tabiatın parçası olduğumuzu hatırlamaya ve ayağa kalkıp aklımızı başımıza toplamaya çok acil ihtiyacımız var. Bunun için de tabiatı, ormanlarımızı, deniz, göl ve derelerimizi, toprağımızı, hayvanlarımızı, canlıya zararsız enerji üretimini merkezine koyacak, yeşil bir siyaseti benimsemiş siyasetçilere talebimiz var.  Sevgili Yaşar Kemal, Marmara “Deniz[i] Küstü” ölüyor, peki biz yaşıyor muyuz? * Su-Buket Uzuner-Tabiat Dörtlemesi- Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları-Everest Yayınları
Yenidoğan çetesi skandalı 4 ile daha sıçradı Kürtlere TC devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum Sakarya'daki makarna fabrikasındaki patlama anı güvenlik kamerasına yansıdı Bakanlık satışını yasakladı İran'a verilecek yanıtı konuşmak için henüz çok erken Üç virüslü bir salgının ortasındayız