Fatoş İrwen’in Olağan Zamanın Dışında isimli ilk solo sergisi ile Azade Köker’in Bir Katlin Provası isimli sergisi merceğimizde
Bu topraklarda kadın oluş; ölü tenlerin hafızasında, griye çalan, beyaza benzeyen bir yasa tutunuyor çok uzun zamandır. Şiddetin mora bürünmüş lekesini, ölümün siyaha kaçan kızıllığını zoraki giyinerek savruluyor kadınlık. Hem ölü hem de diri… Bu hafta sözünü edeceğim iki sergiyi birbirine bağlayan; iki kadın sanatçının, canlılığın orta yerine çöken karanlığa ve çöreklenen tutsaklığa fırlattığı bakış ve ortaya serdiği yüzleşme... Sergilerden ilki; Mayıs ayında bağımsız sergi mekanları Karşı Sanat ve Depo’da eş zamanlı açılan ve Haziran’da sona eren Fatoş İrwen’in - Olağan Zamanın Dışında isimli ilk solo sergisi. Küratörlüğünü Ezgi Bakçay ve M. Wenda Koyuncu’nun yaptığı sergi; sanatçının uzun yıllara yayılan sanat üretimini seyircinin keşfine açıyordu. Fatoş İrwen yaşamını sanatsal pratikleri içinde çoğaltan; sanatını ise yaşam deneyimi içinden çıkaran bir sanatçı. Kurban oluş, infaz, adalet ve merhamet, çocukluktan genç kızlığa oradan da yetişkinliğe uzanan süreçte zamanın kalınlığı boyunca türlü yolla Fatoş İrwen’in anlatısına konuk oluyordu. Sergide sanatçının zamanlar arası yolculuğunda içerde ve dışarda olanın, geçmişin ve şimdinin yeryüzünün ve gökyüzünün, kapının ve eşiğin, nefesin ve ölümün, betonla taşın, görünür ve görünmezin türküyle ağıtın bin bir hikayesini izledik. Bu topraklarda ötekine edilen zulmün, esirgenen merhametin, yok sayılan şiddetin, hiçe sayılan tarihin bir türlü okunamayan kaydını tutan sergi, kadın oluşun sancıya bürünen tanıklığı eşliğinde dişil bir enerjiyle erilin dilini bükmeyi deniyordu. Ölüme karşı yaşam biriktiren bir inatla…
Gerçeğin galerideki ‘provası’
Geçen ay galeri Zilberman’da açılan ve 4 Aralık’a dek süren Azade Köker’in Bir Katlin Provası isimli solo sergisi ise iflah olmaz bir iştahla artan kadın katlini “prova” ediyor. Karanlığın içinde yara alan bedenler, başlamadan biten yaşamlar, çocuğa ve kadına biçilen değer, yasayla koruma altına alınamayan cinsiyetli bedenlerimiz... Gerçeğin galerideki provası, çoğunluğu suretsiz yahut başları gövdelerinden kopmuş, içinden ışık geçen kağıt bedenler eşliğinde eril bakışın gölgesinde canlandırılıyor. Köker, şeffaf bedenler eşliğinde ölüme ve şiddete bakarken bedenlerin içinden geçen ışıkla hala sönmeyen umudu vaat ediyor. Sergide, kadının doğum ve ölüm arasındaki güzergahı içinde ışıklı bir kozaya dönüşen bedeni, kimi heykelde antik dönemin peplos giymiş heykellerini çağırıyor kimi heykelde şiddetin kurbana çevirdiği savunmasız bir canlılığı. Köker serginin merkezine şu soruyu yerleştirir: “Dünya ve yaşamın doğuşuna kaynaklık eden güçte bir dişil enerji nasıl oluyor da toplumsal düzende kayboluyor? Onu susturup sınırlandıran ve edilgen kılan nedir?” Bu soruya cevabı Simone de Beauvoir’a yaslanarak vermek gerekir hiç şüphesiz: Bildiğiniz gibi Simone de Beauvoir 1949 tarihli İkinci Cinsiyet kitabında cinsiyet meselesini biyolojik bir bilgi olmaktan çıkarıp doğadan kopararak, sosyo kültürel bir yerde tutar ve tarihsel bir incelemeye tabi tutar. Nihayetinde vardığı sonuç kadının bireysel ve toplumsal olarak ezilerek ikinci cins durumuna düşmesidir. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik durumunu ise ataerkil düzene bağlar. Bu düzen hem kadını hem de erkeği hiyerarşik bir düzende ayırmış ve süreç böylece tarihsel ve kültürel bir senaryo eşliğinde öteden beri işlemeye devam etmiştir. Cinsiyetin biyolojik gerçekliği kadın oluş yahut erkek oluş tarihsel düzlemde kültürel ve sosyal düzenin çekiştirdiği normlar olarak katılaşmıştır.