Şenol Güneş söz konusu olunca başarıyı küçük görmek çok cazip geliyor. Sanki Trabzonspor, sezonu hep zirvede bitirmiş, Türkiye Dünya Kupası’nda hep başarılıymış, Beşiktaş’a her gelen hoca takımı üst üste iki kez şampiyon yapmış gibi davranmaya bayılıyoruz. Hâlbuki bütün bunların gerisinde taşranın huzursuz bilinciyle örülmüş bir mükemmeliyetçilik ve gerektiği anda suya atlama cesareti yatıyor
Suat Başar Çağlan
Bundan altmış yıl önce Trabzon kıyıları boyunca Karadeniz’in aşındırdığı kayalıklar uzanırdı. Küçük çocuklar mahallenin delikanlıları tarafından bu kayalıklardan aşağı atılır veya atlamaya zorlanır, kendi güçleriyle su üzerinde kalıp geri tırmanır, küçük birer Sisifos misali bata çıka yüzme öğrenirlerdi. Bu, taşradaki mahalle hayatının kendine has imtihanlarından biriydi. Şenol Güneş’in o kayalıklardan atlayışları, sağa sola çarpmamak için uydurduğu plonjonlar, geleceğin kalecisinin ilk idmanlarıydı. Zaten kalecilik de büyüklerle oynayabilme sevdası yüzünden üzerine kalmıştı. Güneş’in büyüdüğü semt olan Sotka’nın adı “egzotik” sözcüğünün Yunancası “exotika”dan geliyor. Eski kentlerde “sur dışı” anlamında kullanılan bu tabir, “uzaklık” ve “taşra” tınılarıyla Şenol Güneş’i en iyi anlatan ifade olabilir. Hayat ve futbol üzerine kafa yoran biri için sur dışı veya taşra huzursuz bilincin yeridir. Sur dışında kaldığının farkına varan, önce bunun getirdiği eksiklik hissini yaşar. İçeriye girmenin yollarını yoklar. Verili bir avantajı yoktur; emek ve beceriye ihtiyacı olduğunun farkına varır, bunların bile yetmeyebileceğini bilir. Şenol Güneş bir kez eldivenleri giyince artık en iyisi olması gerektiğini biliyordu. Kariyerinin başında futbolun merkezinden çok uzakta, ikinci ligdeki Trabzonspor’a geçti ve orada kaldı. 1,79 boyuyla pozisyon kalecisi olmaktan başka çaresi yoktu. Takımı önce birinci lige çıktı, sonra dokuz yıl içinde altı kez Türkiye şampiyonu oldu. Kaleci Şenol ise 1110 dakika gol yemeyerek rekor kırdı. Bu arada Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş, öğretmenliğe başlamıştı. Eldivenleri çıkardıktan bir sene sonra antrenörlüğe başladı. Trabzonspor’a ilk gelişinde olmasa da ikincisinde, 1995-96 sezonunda şampiyonluğa çok yaklaştı. O sezondan geriye hücum futbolu oynatan nitelikli hoca itibarı ve tescilli Fenerbahçe rekabeti kaldı. 2000 yılında Türk futbol krallığının tahtına çıktı. İki yıl sonra elemeleri geçerek milli takımı 48 yıl sonra ilk kez Dünya Kupası finallerine götürdü. Üstelik sur dışına: Turnuva ilk kez Asya’da; Japonya ve Güney Kore’de düzenleniyordu ve ortam Güneş’in exotika hikâyesi için biçilmiş kaftandı. Türkiye dünya üçüncüsü oldu. Güneş, UEFA tarafından yılın teknik direktörü seçildi.
Merkezkaç kuvveti
“Dipten zirveye” hikâyesi, taşraya has ekstra mitolojiyle daha da zenginleşti. Kalecilik günlerinde dayanıklı ve görece ucuz eldiven bulamadığı için Zonguldaklı bir işçiden isteyip giydiği eldivenler “işçi sınıfının yumruğu” mertebesine ulaştı. Herkes kendine bir Şenol Güneş yarattı. Kimilerine göre son Cumhuriyet çocuklarından biriydi, kimilerine göre Türk siyasetini belirleyen merkez-çevre geriliminde “çevrenin” ayak seslerini temsil ediyordu. O ise “Ne kahraman ne de hainim” diyerek samimi sorgulamanın verimli ve hakiki sonucunu ortaya koyuyordu. Zaten surların içine girer girmez oraya da ait olmadığını fark etmişti. Merkezde işler farklıydı; büyük iç hesaplaşmalara gerek kalmıyor, oraya ait olmadığı sürekli ve yüksek sesle hatırlatılıyordu. Giyimi, konuşması, görünüşü “uzaktı”. Bizse Şenol Güneş’i sevmemeyi çok sevmiştik. 2003’teki FIFA Konfederasyonlar Kupası’nda Türk futbol tarihinin en parlak oyunuyla bir bronz daha kazandı. Ama Euro 2004’e giden yolda yaşanan Letonya faciası başarıları sildi ve ayrıldı. Trabzonspor’a dönünce aradığını bulamadı. Dünya Kupası’nda bıraktığı etkinin gücü ve uzaklığın cazibesiyle soluğu Kore’de aldı. Sonra yine Trabzon, yine ikincilik. Kariyeri meşhur inatçılığı yüzünden bir kısır döngüye saplanmak üzereydi. Fakat suya atlayacak gücü yine buldu ve önce Bursa’ya, sonra Beşiktaş’a gitti. Kulübün hasret kaldığı güzel futbol bir anda doğuverdi. İki şampiyonluk yaşadı, Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kaldı. Kariyerindeki ilk lig şampiyonluğu, statsız geçen sezonda gelmişti. Uzaklık ve yersiz yurtsuzluk bir kez daha Güneş’e uymuştu.
Sahanın gücü
Şenol Güneş’in gerek maddi imkân gerek oyuncu yeteneği açısından verim maksimizasyonuna dayalı bir teknik direktörlük tarzı var. Trabzonspor, Bursaspor, Beşiktaş, hatta kariyerinin başlarında da Boluspor ve Sakaryaspor gibi tutkusu bol çalışması zor kulüplerde görev aldı. Ancak iki yıl önce başına geçtiği Türk Milli Takımı farklıydı. Gelecek vaat eden iyi oyuncu grubuna rağmen takım ülkenin ciddi bir bölümünün yüz çevirdiği, hatta maçlarını bile izlemediği bir ekibe dönüşmüştü. Üstelik 2019 yılında bir insanın kıymet görmek için görünür olması ve halkla ilişkilerde kendini rahat hissetmesi gerekiyordu. Güneş’te bunlara dair ne bir beceri ne de bir istek vardı. Onun huzursuz bilinci ve mükemmeliyetçiliği kulağına başka sözler fısıldıyordu. Oyuncular eğitilebilir, futbolun gücü sayesinde kitleler yeniden milli takımın peşinden gelebilirdi. Futbol, saha dışında ne olursa olsun, içerideki oyun güzelleştiğinde her şeyi silebilecek kudrete sahipti.
Taşrada kupa hazırlıkları
Euro 2020 elemelerinde Konya’da oynanan Fransa maçındaki üstün performans bir bakıma dönüm noktası oldu. Sanatın ve sporun bölünmüş toplumu bir araya getirebilecek değerler olduğuna inanan Güneş, milli takımdaki son dönemini bu bilgelik üzerine inşa etti ve ekibi yeniden ülkenin takımı yapmayı başardı. Şimdilerde Şenol Güneş’in içindeki o uzak taşrada kupa hazırlıkları var. Dünya Kupası elemelerindeki üst üste iki galibiyet herkesi şenlendirdi. Üstelik bu sefer Güneş’in elinde akışkan hücum futbolundan başka bir alternatif var. Türkiye’nin yeni savunma futbolu ve üst düzey savunmacıları Covid-19 sebebiyle bu yaza taşınan Euro 2020’de başarı için gerekli pragmatizmi sağlayabilir. Euro 2020 ve 2022 Dünya Kupası’na katılmak Güneş için şahsi anlamlara sahip. Euro 2020, Letonya kazasının hesabını kapatmak demek. Aslında son maçta Letonya’dan rövanş alma fırsatı eline geçti ama merkezin motivasyon kuralları onun için yine işlemedi, devlet erkanının izlediği maç berabere bitti. Dünya Kupası finallerine iki kez gidebilen tek hoca olmak ise mirasını sağlamlaştıracak. Aslında Güneş’in öyküsünde geriye tek bir parça kalıyor. Yeniden Trabzonspor’un başına geçmek ve – tercihen Fenerbahçe ile çekişerek – lig şampiyonluğunu şehrine getirmek. Trabzon’da o kayalıkların çoğu artık yok; denizleri inşaat için doldurduk. Ama yetmişine yaklaşan Güneş’in inadı tutarsa yine sulara atlayabilir. Şenol Güneş merkezden değil çevredendi. Doğum yeri Çaykara, Trabzon’un taşrasıydı; kalecilik futbolculuğun, Akçaabat Sebatspor Trabzonspor’un, Trabzonspor ise o günlerde henüz Türk futbolunun taşrasıydı. Türkiye dünya futbolunun, hatta Beşiktaş bile bir bakıma kendini ayırdığı üç büyüklerin taşrasıydı. Taşralı olmaktan kaynaklanan, geldiği yeri temsil etmek ve hep orayla anılmak gibi kimi gerçek kimi sahte ön şartlar ve önyargılarla boğuştu. Çıkması gereken merdivenleri sırtında taşıdığı zamanlar oldu. Ama bu karakteri ve kariyeri kendi başına kurmuş olmanın huzuru, taşralı bilincin huzursuzluğunu yendi. Surların içinde mi dışında mı olduğuna bir türlü karar verilemeyen Güneş sonunda çareyi surların üzerine çıkmakta buldu. Futbol sahasına artık oradan bakıyor. Siz de aynı yere baksanız iyi olur, çünkü sahada görülecek çok şey var.