Bir hemşirenin isyanı: Sizin yanlışlarınızın acısını biz çekiyoruz
Hemşirelik eğitimimi tamamladıktan sonra 27 Temmuz 2020’de resmen göreve başladım. Ertesi gün eğitmenimle birlikte Tennessee eyaletinde, Nashville'deki bir hastanenin Covid yoğun bakım ünitesine atandım. Görev belgesi elime geçtiğinde göğsümde bir ağırlık hissettim. Korku ya da dehşet değil, tarifi daha zor bir şeydi bu. Aylar süren stajyerliğim sırasında, savaşmaktan bitap düşmüş hemşirelerin Covid odalarından nasıl çıktıklarını, KKD dediğimiz kişisel koruyucu donanımlarını zırhlarını çıkaran savaşçılar gibi nasıl çıkardıklarını, kullandıkları solunum cihazlarının yüzlerinde bıraktığı o çizgileri gördüm. Yüzlerine o zaman tam anlayamadığım bir ifade kazınmıştı. Koronavirüs hastalarına bakmanın ağırlığı, üzüntüden daha derine işleyen bir his olmalıydı. Şimdi hemşirelik ve tıp dünyasına girerek bu acımasızlıktan payıma düşeni alma sırası bendeydi. Sarı kıyafetimi giyip, solunum maskemi taktım. Hemşireliğin nasıl yapılacağını çöken akciğerleri desteklemeye yetmeyen ventilatörlerin bipleme ve tıslama sesleri arasında öğrendim. Ölüm peşimdeyken... İşe yeni başladığım için normal koşullarda hemşireliğin ne demek olduğunu bilmiyordum. Yaptığımız her şey boşa gidiyordu, kendimi sürekli ölüme doğru kürek çeken bir kayıkçı gibi hissediyordum. Evet, ciğerlerine ulaşması gereken havayı kesintisiz dışarıdan iten, BiPAB adlı maskeye ihtiyaç duyacak seviyeye gelmemiş insanlardan bazıları hayatta kaldı. Ama çoğu öldü. Bize geldiklerinde çok hastaydılar. Böbrek, solunum, karaciğer ve kalp yetmezlikleri vardı. Önce organ sistemlerinden biri çökecek, sonra domino taşı gibi diğerleri onu izleyecek, tahmin edebileceğimiz ama durduramayacağımız korkunç bir akıntıya kapılacaklardı. Çaresizlik içinde her biri daha fazla oksijen desteği gerektiren aşamaları geçişlerini izledim: Burundan oksijen, yani nazal kanül, sonrasında Vapotherm cihazı ve BiPAP. Buna rağmen terleyip, göğüsleri inip kalkmaya başlayan hastaların kısa süre sonra maalesef entübe olacaklarını anlıyordum. Doktoru "vakti geldi" demek için aradığım her seferi hatırlıyorum. Hattın diğer ucundan gelen sessiz onayın ardından solunum cihazını takmanın, hastayı rahat ettirecek ilaçları hazırlamanın telaşı başlar. Her gece saat ikide, sevdikleri kişinin sesini en az bir kez daha duyabilsinler diye hasta yakınlarına açtığım her telefon da zihnimde. "İyi olacak mı?" diye sorarlardı. Yalan söylememeye, boş umut vermemeye çalışırdım. Çaresizlik ve kedere boğulmuş ailelerin sesi çatallanırdı. “Yapabileceğimiz her şeyi yapacağız” diyebilirdim ancak.
Dönüşü olmayan yer
Amasiz gittiğinizde peşinizden gelemeyeceğimiz yerler de var. Yoğun bakım ünitesi bir araf gibi, ceza gibiydi, sanki bedenleri artık umut kesilecek seviyede harap olmuş bu insanlara işkence ediyormuşuz gibi geliyordu.Hastaları hayal kırıklığına uğrattığımız hissini üzerimden atamadım. Bu hata yapıyor olma duygusu o kadar üstüme siniyordu ki beni eve kadar takip ediyordu; boğulacak gibi oluyordum. Ama buna izin vermedim. Ölüme alıştım ve işimi yaptım. Ölümün onurlu bir şekilde, mümkün olduğunca nezaket ve huzurla gerçekleşmesini savunur oldum, çok geçmeden herkesi kurtaramayacağımızı kabul ettim. Covid biriminde çalışmayı belirli metaforlar, benzetmeler dışında bir yolla tarif etmeye kalktığımda beceremiyorum. Ancak şöyle anlatabilirim ki o süre boyunca işe gitmek, Dante'nin kendisine cehennemi gezdiren Vergilius’u takip ederek "Buradan içeri giren, ümidi geride bıraksın" yazan kapıdan geçmesi gibiydi. Size Yunan mitolojisindeki cehennem nehri Stiks'ten, ölü ruhları cehennem ırmağı Akheron'dan geçiren Kharoon'dan söz etmem gerekir. Hemşireler, Covid koğuşlarına her girdiklerinde dünyadan dünyaya uçuyor, ölüm nehirlerini geçiyor.
Fazla mı dramatik?
Söylediklerim size fazla dramatik ve muhtemelen iddialı gelebilir ancak burası sözün bittiği nokta. Covid ünitesi, benek benek lekeli uzuvlar ve kavrulmuş deri demektir. Bir hastanın kalp ritmi bozulmuşken, bir diğeri için kanlı sargı bezleri ve kesilmek bilmeyen alarm sesleri demektir. Böbrek yetmezliği yaşayan hastaya, kendi süzemediği kanını dışarı çekip kan dolaşımını sağlayan, yani sürekli renal replasman tedavisi uygulayan Prismaflex cihazının “Yine pıhtılaşma var” diyen bip sesi demektir. Solunum cihazlarının alarm sesinin ise bin tane sebebi olabilir. Bunların bir kısmı düzeltilebilir şeylerdir, bir kısmı değildir. Odalar dolusu hastanın yaşam destek ünitesine bağlı olması, hastaların ölmek üzere olduklarını hatırlatan amansız çınlama ve bip sesleri dışındaki sessizlik, başarısız olduğumuzun kanıtıdır. Eve dönünce kafamda çalan o alarmlar, o hastaları kurtarmak için hangi yolu denersem deneyeyim işe yaramadığını bana hatırlatıyor. İnsan hayatlarının ekonominin sunağında feda edilmesine izin veren politik yanlışlarla başlayıp bir aileye elimizden daha fazlasının gelmediğini söylememizle son bulan başarısızlıklar zinciri peşimizi bırakmıyor. Covid hepimizi şehit etti.
En kötüsünü geride bıraktık sanmıştık
Aralık ve şubat ayları arasında o güne kadarki en kötü koşulları yaşadık. Aylar boyunca anestezi sonrası ünitesinin bir bölümü de yoğun bakıma devredildi çünkü Covid hastalarına o kadar çok yoğun bakım yatağı ayrıldı ki kalp krizi ya da felç geçiren veya büyük bir ameliyattan çıkan insanları koyacak yer kalmadı. Hastaneye yeni hasta kabul edilmiyordu. Ama bir saatliğine olsun dışarı çıkıp döndüğümüzde altı yedi hastanın daha yoğun bakıma alındığını görüyorduk. Hastalar başka yerlere yönlendirilse de akın devam etti. Acil servisten veya cerrahi ünitelerinde aniden solunum yetmezliği yaşamaya başlayan insanlar geliyordu. Giderek haha fazla hemşire, bir yoğun bakım ünitesindeki normal hasta yükünün üç katını üstlenmek zorunda kaldı. Hemşire başına bir veya iki hasta olan yoğun bakım ünitesi normunu terk ettik. Her vardiyada boğuluyorduk. Saldırı acımasız, amansız, uzun vadede karşı koymak imkansız.
Gevşedik ve olan oldu
Bahar gelince sayılar düşmeye başladı. Üç Covid yoğun bakım ünitesi önce ikiye, sonra bire indi. Hatta yoğun bakımdaki Covid hastası sayımız altıya kadar düştü. Hemşireliğe başladığımdan beri ilk kez nefes alabiliyordum. Covid öncesi dönemde hemşireliğin nasıl bir iş olduğunu anlamaya başladım. Normal koşullar altında yoğun bakım ünitesinde kaç kişinin hayatta kaldığını gördüm. Yaptığım şeyler işe yarıyor, hayat kurtarıyordu; Artık ölüm peşimi bırakmayan, sessiz arkadaşım olmaktan çıkmıştı. Covid ünitesinin dışında zaman geçirdikçe atlattığımız dönemin ne kadar kötü olduğunu daha iyi kavradım. Küçülen Covid yoğun bakım ünitesinde yürümek, huzur arayan ruhlarla dolu bir mezarlıkta yürümek gibiydi.
Ben de gardımı indirdim
Yakında özgür olacağımızı düşünmeye başlamıştım. Yanılmışım. Pek çok kişi gibi ben de gardımı indirdim, gittiğim market tıka basa değilse maske takmadım, hatta erkek arkadaşımla tatile gittim. Ufukta kara bulutların görünmediği, ailemin güvende olduğu ve hastalarımın böyle yavaş yavaş yavaş, ac içinde ölmediği bir gelecek öngörmeye başladım. Fakat sonrasını hepimiz biliyoruz. Bu sefer durum çok daha kötü. Verebileceklerimiz ise daha da kısıtlı. Geçen yılın ağır acısı hala taze, öfkemizi çıkaracak bir şeyler arıyoruz. Ama hastalar gelmeye devam ediyor. Öfke de artıyor. Bu öfkenin beni yendiğini hissediyorum. Yaptığımız hiçbir şey işe yaramıyor. Dünyanı durumdan bihaber koşuşturması sürerken karşımıza çıkan bu yeni dalgayla daha az personelle, daha az kaynakla ve daha isteksizce baş etmeye çalışıyoruz. Rakamlar hiç olmadığı kadar yüksek, gelen hastalar daha genç ve daha kötü durumda. Ölüm yine omzumda, sessiz, bir o kadar da amansız.
Saat 3’te ailenizi arıyorum...
İnsanların bizi dinlemesini, bu kabustan çıkış yolumuz olan maske, aşı gibi temel adımları atmasını sağlamak için ne diyeceğimi bilemiyorum. Keşke bu kadar çok insanı bencil uyuşukluklarından kurtarabilseydim ama yapamıyorum. İnsanların olan biteni zor yoldan öğrenmelerine seyirci kalıyorum. Boğazınızdan aşağı bir tüp indirildiğini hayal edin. "Mavi kod, mavi kod!" diye bağırılıyor ve uyguladığım baskının şiddetinden göğüs kemiğiniz çatlıyor. Sabah 3’te ailenizi telefonla ararken, ellerim hala az önce yaptığım kalp masajından dolayı titriyor, sesim de öyle. Birilerinin dünyasını darmadağın etmek üzere olduğumu biliyorum. Bir yıldan biraz uzun bir süre içinde, insanlara sevdikleri birinin ölmek üzere olduğunu söylemeye alıştım. Görüyorum ki meselenin ciddiyetini böyle zor yoldan öğreniyorsunuz. Sizin seçimlerinizin ağırlığını ve sebep oldukları acıyı taşıyorum. Böyle olmak zorunda değildi. Bu korkunç hikayenin herhangi bir noktasında rotayı değiştirebilirdik; doğru olanı yapma kararını verebilirdik. Amerikalılar her zaman bireyci oldular, bu da kimi zaman çok yanlış bir seviyeye vardı, bunu pandemi sırasında her zamankinden daha net görüyorum. Hepimizin birbirimize bağlı olduğumuzu unuttuk; arkadaşlar, ebeveynler, çocuklar, kardeşler birbirlerine ışıktan ipliklerle tutunan dev bir altından ağ oluşturuyor. Tüm dünyayı kaplayan bu ağ bizi birbirimize bağlıyor. Tek bir kişinin eylemleri birçok kişinin hayatını etkiliyor ki pandemi bunu en acımasız şekilde gösterdi. Boğazı ağrıyan biri, süpermarkete girip virüsü sekiz kişiye, o sekiz kişi de sekizer kişiye, onların da her biri sekizer kişiye daha bulaştırıyor. Hiç kimse tek başına bir ada gibi yaşamıyor. Tüm eylemlerimizin dünya ve çevremizdeki topluluk üzerinde bir etkisi var. Meselenin özünde siyasi partilerden, aşılardan ve hatta bilimin kendisinden çok daha derine inen bir gerçek duruyor: Bu dünyada birbirine karşı iyi ve nazik olmaktan daha önemli bir şey yoktur. Bırakabileceğimiz daha önemli bir miras da yok.