19 Nisan 2024, Cuma
Haber Giriş: 01.10.2021 04:30 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:17

Sosyal demokratlara Almanya’dan hayati ders

Yasmeen Serhan, The Atlantic’te yazdığı makalede, Alman seçimlerinin galibi Scholz’un tüm dünyadaki Sosyal Demokratlar için ne anlama geldiğini yazdı. Birinci ders, saygı
Sosyal demokratlara Almanya’dan hayati ders

Almanya seçimlerinin son günlerinde, merkez soldaki Sosyal Demokratlar, kampanya mesajlarını tek bir fikre odakladılar: Saygı. Mesaj, tüm ülkeye canlı kırmızı afişlerle verilirken partinin başbakan adayı Olaf Scholz kampanyanın kapanış konuşmasında kendi liderliğindeki Almanya’da mesleki veya sosyal konuma bakılmaksızın ülkedeki herkesin “kabul göreceğini” söyledi.  Scholz, son konuşmasınının ardından Köln’de bir araya geldiği bir grup gazeteciye “Saygı konusu üzenide çok çalışıyoruz” dedi.  Hafta sonu yapılan seçimden birinci çıkan Scholz’a göre önemli olan, Almanların hepsinin gelecek için belirli bir derecede sorumluluk hissetmesi ve hiç kimsenin diğerlerinden daha iyi olduğunu düşünmemesiydi. Bu ciddi ve sakin mesaj, aslında hem Almanya’da hem de dünyada Sosyal Demokratlar gibi düzen partilerinin “gerçek insanların” gündelik hayatındaki istek ve ihtiyaçlardan kopuk olduğu anlatısına karşı mücadele etmeyi amaçlayan, anti-popülist bir tavır içeriyor. Parti, Scholz liderliğindeki bir Almanya’nın tüm Almanların katkılarına saygı göstereceğini iddia ediyor.Bu strateji, sıkıcı olsa da işe yaramış gibi görünüyor. Koalisyon müzakereleri haftalar, belki aylarca sürebilir ancak sonuçlar parti açısından diğer ülkelerdeki ilericilerin dersler çıkarabileceği “büyük bir başarı” olarak kabul ediliyor.

İki fiyasko

Bunun arkasında, kısmen Scholz ve ekibinin başka ülkelerdeki ilerici partilerden çıkardıkları dersler var. Adayın yakın danışmanları, Scholz’un siyasi mesajını oluştururken solun hafızalardaki en büyük son iki siyasi başarısızlığını incelediğini söylüyor: 2016’daki ABD başkanlık seçimi ve İngiltere’nin Brexit referandumu. Scholz’un en yakın danışmanlarından olan, maliye bakanlığından  Wolfgang Schmidt bana, Scholz’un bu iki olaydan çıkardığı sonucun şu olduğunu söyledi: “İlericiler olarak, insanların hayatları hakkında yaptıkları tüm farklı seçimleri kabul etmeye özen göstermeliyiz.” Schmidt, Hillary Clinton’ın Donald Trump’ın destekçileri hakkında yaptığı rezil gafına atıfta bulunarak, “Üniversite diploması olmayan biri, kendisini ‘acınacak haldekiler sepetinin’ bir parçası olarak görüldüğü izlenimini almamalı” diye konuştu.  Scholz, geçtiğimiz günlerde The Guardian gazetesine verdiği bir demeçte İngilizlerin Brexit’e, Amerikalıların da Trump’a oy vermesinin ana nedeninin “insanların derin sosyal güvensizlikler yaşaması ve yaptıklarının takdir edilmemesi” olduğu yorumunu yaptı. Yine son kampanya konuşmasında insanların değerini eğitimleri veya meslekleri temelinde belirleme eğiliminden yakındı ve kendisi gibi avukatların toplum için emekçilerden veya zanaatkarlardan daha önemli olmadığını söyledi. Scholz, ilericilerin bu insanlara hitap ederek ve onların seslerini duyurmalarını sağlayarak onları yeniden saflara çekebileceğini, en önemlisi popülist sağın çağrılarından uzaklaştırabileceğini öne sürüyordu. Hıristiyan Demokratlar, Merkel’in iktidar koalisyonunda başbakan yardımcısı olarak görev yapmasına rağmen Scholz‘u aşırı solun sözcüsü olarak göstermeye çalıştı. Ancak Alman siyaseti Amerikan ve İngiliz siyasetindeki kutuplaşmayla yarışamaz. Scholz, kendisini partizan gösterecek herhangi bir söylemden kaçınmaya çalıştı. Kampanya yöneticisi Lars Klingbeil, bunun kasıtlı olduğunu söylüyor.  Sosyal Demokratların genel sekreteri Klingbeil, “Seçimde sert saldırılar oluyor ancak sonunda bazı koalisyonlarda birlikte çalışmamız gerektiği için diğerlerine saygılı olmamız gerektiğini biliyoruz” diyor. Bir brifingde ABD siyasetinde gözlemlediği konulardan birinin politikacıların geniş halktan ziyade parti tabanına hitap etme eğilimi olduğunu söyledi. Bunun kutuplaşmaya yol açtığını, aynı zamanda  adayların çekiciliğini gereksiz yere sınırladığını savundu.  Elbette, ABD’deki Trump veya Fransa’daki Marine Le Pen gibi güçlü bir popülist rakiple yarışmamak Scholz’un işine yaradı. Aşırı sağcı Alternatif, Alman siyasetinde önemli bir varlığını sürdürse de federal parlamentoya girdikleri 2017’deki federal seçimlerinden bu yana aldıkları destek esasen sabit kaldı. Koalisyon görüşmelerinin dışında tutulacağına kesin gözüyle bakılan AfD, Almanya’nın ana akım partileri tarafından görmezden geliniyor. Bu strateji Scholz’u Merkel’in yerini alacak lider yaptı. Fakat seçim kazanmak ile gücü elde tutmak birbirinden farklı şeyler ve etkili bir lider olabilmek için  saygının slogandan öteye geçmesi gerekiyor. Partinin saatlik asgari ücreti yüzde 25 artırarak saatte 12 euroya çıkarması ve zenginlere servet vergisi getirerek toplumsal eşitsizliği giderme taahhüdünü yerine getirmesi gerekiyor. Bu vaatleri gerçekleştirmek, özellikle Yeşillerle beraber belirleyici bir rol kazanan, vergi artırımı karşıtı liberal Hür Demokrat Parti de koalisyon üyesi olursa daha da zorlaşacak. Yani Scholz’un hedeflerine ulaşma şansı bulup bulamayacağı koalisyon görüşmeleriyle belirlenecek. Sosyal Demokratlar'ın aldığı en yüksek oya ulaşmanın tadını çıkaracak olsa da bu, Scholz’un Merkel’in yerini alacağını garanti etmez. Yine de Scholz, ilericilerin kampanyasına bir başarısızlık değil, bir el kitabı olarak bakacağı konusunda iyimser.