Elliot Page, Juno filminin aynı adlı başkarakterini canlandırdığında Budist terbiyeyle eğitim veren Shambhala Lisesi’ni bitirmiş, çocuk oyuncu olarak da çoktan ünlenmişti. 16 yaşındayken erkek arkadaşından hamile kalan Juno’nun kürtajdan vazgeçip bebeği evlatlık verme kararı alırken yaşadığı sancıların o büyük yaş dönümü sıkıntılarına eşlik ettiği film, bir dönüşüm hikayesiydi. Büyük değişimlerin yumuşak inişlerle de gerçekleşebileceği iddiasıyla milyonlarca insanı etkiledi. Başrol oyuncusu Page ise çok daha çarpıcı bir dönüşümün sancılarını yaşıyordu. Eşcinsel olduğunu ilan etmek için yedi, Hollywood’un önüne erkek olarak çıkmak içinse 13 yıl daha beklemesi gerekecekti. Malum, Time dergisi kapakları, tek bir yüz fotoğrafıyla dev hikayeler anlatma kabiliyetleriyle ünlü. Aklınızdan hatırladığınız Time kapaklarını bir geçirirseniz Page’in derginin son sayısında yer almasının nasıl bir “tabu deviren” olduğunu fark edeceksiniz. Page, derginin muhabiri Katy Steinmetz’e “hissettiği gerçek heyecan ve minnetin korku ve endişeyle karıştığını” söylemiş. Asıl mesaj kapakta: “Tam olarak kimsem oyum.” Etkin ve yetkin kişilerin trans bireylere karşı “zararlı bir retorik yaydığından şikayet eden Page, “Her gün varlığınızın tartışıldığına şahit oluyorsunuz” diyor. Oysa “Trans bireyler çok gerçek.”
İnsan haklarına mola
Peki onların gerçeği dünyanın hangi sert gerçekleriyle çatışıyor? Önce Kuzey Amerika’ya bakalım. Page’in memleketi Kanada’da “trans birey hakları” yasasını imzalayan, bizzat onur yürüyüşlerine katılan bir başbakan var: Justin Trudeau. Page’in çok sevdiği mesleğini icra ettiği ABD’de ise insan haklarına verilen Trump arası yeni sona erdi. Eşcinsel evliliğine izin veren mahkeme kararı, 2015’te Obama yönetimine nasip olmuştu. Orduda trans bireylerin yer alabileceğine dair yasayı geri getiren Joe Biden oldu. Siyahlarla beyazların evlenmesine izin veren yasayı 1967’de ancak kabul eden bir ülke için büyük ilerleme. Eşitlik makyajı
Page’in kendi malumunu dünyaya ilan etmesi ise Hollywood’da sıcak bir tartışmanın ortasına düştü. Neden Oscarlar başta olmak üzere oyunculuk ödülleri cinsiyetlere ayrılıyor ki? Soru, #metoo tartışmalarının istismar ifşalarından ücret politikalarında eşitliğe evrildiği bir dönemde soruluyor. Vanity Fair yazarı Mark Harris ise ödüllerin cinsiyet kategorilerini birleştirmenin “eşitliğin var olmadığını bildiğimiz bir endüstride kozmetik bir eşitlik tanımı getireceği” kaygısını dile getiriyor. Batı “siyaseten doğruculuğun” yolunu bulmaya harcarken bizde vaziyet nedir? CHP’nin Kasım 2020 tarihli raporuna göre, Türkiye trans cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada 12. sırada. Kaos GL Derneği’nin geçen yıl 2019 için hazırladığı “Türkiye’de Gerçekleşen Homofobi ve Transfobi Temelli Nefret Suçları Raporu” 150 vakaya yer veriyor. Bunların sadece 26’sı polise bildirilmiş. Bildirmeme gerekçeleri “Başvurunun işe yarayacağına inanmama”, “polis tarafından ifşa edilmekten sakınma” ve “polis tarafından ayrımcılığa uğratılmak istememe” diye sıralanmış. Ünlülere serbest!
Türkiye’de konunun “ünlüler” boyutunda yıllardır süren bir çifte standart var. Sanatçılara –o da kısmen– tanınan bir hak sanki cinsiyet değiştirmek ya da travestilik. Yine de Elliot Page’den sadece bir yaş büyük bir oyuncu, Rüzgar Erkoçlar, bu konudaki yerel fırtınayı Page’den bile erken kopardı. O da daha 15 yaşındayken bir hijyenik ped reklamıyla ünlü olmuştu. Page’in Juno’yu oynadığı sıralarda Erkoçlar Emret Komutanım adlı asker dizisinin sivil karakterlerinden Foto Fato’yu canlandırıyordu. 24 Şubat 2013’te Ayşe Arman’a cinsiyet değiştirme ameliyatı olduğunu anlattı: “Dünyaya güzel bir kadın olarak geldim. Bu hem ödülüm hem lanetim oldu. Ben imalat hatasıydım.” Erkoçlar şimdi eşiyle başka bir mucizenin peşinden koşuyor: “Evlat edinmek belki daha sonra olabilir ancak ilk çocuğumuz kendimizin olacak..” İstanbul mucizesi
Ve bu mucizenin merkezi İstanbul’dur. Nasıl mı? Virgina Woolf’un Orlando romanının kahramanı, I. Elizabeth döneminde doğdu; çekici bir erkekti, soylu bir ismi, sayısız yeteneği vardı. 400 yıl yaşadı. II. Charles’ın elçisi olarak bulunduğu İstanbul’da, bir isyan gecesinden sonra daldığı uykudan kadın olarak uyandı. Önünde kadın olarak geçirilecek yüzyıllar vardı. Virgina Woolf’un Orlando’sunun yayınlandığı 1928’den bu yana haklar konusu elbette ilerledi. Ancak kozmetik olmayan bir eşitliğe şahit olmak için umarız Orlando gibi uzun yaşamamız gerekmez. Özellikle bugün mucizenin değil, nefret suçlarının merkezi olarak anılan Türkiye’de.