24 Kasım 2024, Pazar Gazete Oksijen
Haber Giriş: 14.03.2024 15:28 | Son Güncelleme: 14.03.2024 15:43

J. Hakan Dedeoğlu: Her şeyin dört dörtlük olduğu bir hayat bana ürkütücü geliyor

Geçtiğimiz yıllarda Tırnova 1883-Rumeli Kabusu isimli bir çizgi roman yayımlayan, müzisyen ve yazar J. Hakan Dedeoğlu’nun yeni romanı Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel, insanlıktan çıkmamak için köşe bucak kaçanların korktuklarının başlarına gelmesini, tuhaf ve tekinsiz olaylar aracılığıyla anlatıyor
J. Hakan Dedeoğlu: Her şeyin dört dörtlük olduğu bir hayat bana ürkütücü geliyor

Ebru D. Dedeoğlu

Geçtiğimiz yıllarda Tırnova 1883-Rumeli Kabusu isimli bir çizgi roman yayımlayan, müzisyen ve yazar J. Hakan Dedeoğlu’nun Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel adlı romanı April Yayıncılık’tan yayımlandı.  Roman, dizi yönetmeni Mert’in şehir hayatından kaçarak kendisini Akdeniz kıyısında antik kent üzerine inşa edilmiş bir yazlık sitede bulmasıyla açılıyor. Yazar, Mert’in varoluşsal sorgulamalarını Harabeler Sitesi’nde yaşanan tuhaf ve tekinsiz olaylar vesilesiyle okurlara aktarıyor.  Romanın akıcı dili ve muzip bakış açısı beni içine aldı ve gizemli olaylara eşlik ettim.  Ve bir anda kendimi sorgularken buldum: “Hayallerimiz gerçekten hayallerimiz mi yoksa çalıntı hayallerin peşinde miyiz?” Günümüz insanının sorunları ortak ve romanda da hepimizden parçalar var. Bu nedenle de Mert’in sorgulamaları birçoğumuzunkiyle aynı. J. Hakan Dedeoğlu ile buluştuk ve yeni romanı üzerinden şehirli insanın sorunlarını, konforlu alanlarımızı, kaçak noktalarımızı, egosantrik dünyamızı uzun uzun konuştuk. Okumaya değer bir roman sizi bekler.

Roman, Demetrius’un “Bana öyle geliyor ki, başına hiçbir felaket gelmemiş insandan daha şanssızı yok,” sözleriyle başlıyor. Yaşadığımız felaketler, tüm olumsuz sonuçlarına rağmen hayat açısından bir şans mı?

Felaket dediğimiz sadece yıkım, savaş, ölüm değil. Aşk acısı da bir felaket. İnsanı büyüten biraz da bu tip hadiseler. Yoksa her yıl doğum gününü kutlayarak, pastanın mumlarını üfleyerek büyümüyor insan. Bu açıdan bakınca evet, başımıza gelen olumsuzluklar bizi şekillendiren, güçlendiren, deneyim kazandıran şeyler. Her şeyin göreceli dört dörtlük olduğu, monoton bir hayat biraz ürkütücü geliyor bana. Kitap da böyle bir hayattan çıkıp başına türlü olaylar zinciri gelen Mert’in hikayesini anlatıyor.

 “’Kendin ol’, ‘kendini bul’ sloganlarının fazlasıyla pompalandığı bir çağdayız”

Roman kahramanı Mert bir manipülasyon üstadı. Mert’in kurtuluş arzusu kendini bulma yolculuğuna dönüşüyor mu?

Roman biraz da aslında bu “kendini bulma” olayını irdeliyor. “Kendin ol”, “kendini bul”, “hayallerinin peşinden git” gibi sloganların fazlasıyla pompalandığı bir çağdayız. O kadar ki, aslında fazlasıyla kendinsen bile kendin ve hayatınla ilgili şüpheye düşürüldüğün bir dönemdeyiz. Bu hikayede Mert kendini bulmaktan ziyade kendiyle yüzleşmeye itiliyor. Dediğin gibi, Mert manipülatör biri. Kendi hayallerini dahi manipüle ediyor. Yeni bir Mert yaratma çabası dahi aslında havalı bir fikir olduğunu düşündüğü için giriştiği bir çaba. Bunu yaparken de eninde sonunda kendiyle, kendi karanlık taraflarıyla yüzleşiyor.

Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel, gizemlerle dolu.  Mert’in hayata dair iç çatışmaları var. Okurken Mert’in tökezlemelerine eşlik etmek çok keyifli. Mert hayatını değiştirme, hayallerini gerçekleştirme yolunda ne kadar samimi?

Aslında hiç samimi değil. Zaten hayatını değiştirmenin, hayallerinin peşinden gitmenin aslında kendisinin değil, başkalarının hayalleri olduğunu anladığı anda da eski hayatına geri dönmeyi kabul ediyor.

“Her hayal peşinden gitmeye değecek kadar güçlü mü?”

Mert karakteri aslında tam bir şehir insanı. Hepimiz gibi. Hayallerimiz bile hayal. Gerçekten ne istediğimizi biliyor muyuz? Yoksa hepsi kaçma hissi mi?

 Mert karakterinin özünde, hayatını tamamen değiştirebilen, bir idealini gerçekleştirebilen bir karakterin tam tersini yaratma fikri var. Mert mesela hayalindeki filmi çekebilseydi ve kitap bunu anlatıyor olsaydı biraz fazla toz pembe olurdu bence. Elbette birileri kalıplarını kırıp, yaşamını komple sil baştan yapıp, hayallerini gerçekleştiriyor bu hayatta ama her hayal peşinden gitmeye değecek kadar güçlü mü? Peki bu hayallerin kendileri ne kadar samimi? Bu hayaller ya sistem tarafından kafamıza kakıldıysa? Ege’de bir kasabaya yerleşme ya da Berlin’de, Londra’da bir hayat hayali gibi... Gerçekten istiyor muyuz bunu? Yoksa kolektif bir histeriye kapılıyor ve zamanla bunu kendi hayalimiz mi sanmaya başlıyoruz? Eşim Aylin ile birkaç yıl önce, benzer bir dönemden geçmiştik. Ege’de ev bakarken Aylin bir anda dönüp “bu benim hayalim değil, başkalarının hayali” demişti. Mert’in romandaki meselesinin temelleri o gün atıldı bence.

Maya ve Mert’in arasındaki yoğun ilişkinin ana malzemeleri nefret ve intikam. Kişileri işgal eden bu duygulara da bir nevi aşk diyebilir miyiz?

Özellikle nefret çok yoğun ve güçlü bir his ve çok geniş bir palete sahip. Dolayısıyla bir nevi aşk demek ne kadar doğru olur, emin değilim. Ama nefretin ve intikamın aşka bağlandığı durumlar var elbette. Birine karşı yoğun bir nefret ve intikam duygusu besliyorsanız bu kişiyi ciddiye alıyor, zihninizde, bünyenizde yer tutmasına izin veriyorsunuz demektir. Bu da sevgiye ve aşka bağlanabilir elbet. 

 “Huzuru bile parayla ilişkilendiren insanlar haline geldik”

Mert’in konforlu alanından çıkmayıp sadece para kazanmaya odaklanması günümüz insanının bir gerçeği. Neden olarak sadece toplumsal ya da ailesel baskıların olacağını düşünmüyorum. Belki de paranın verdiği konforu bozacak kadar cesur değiliz.

Paranın verdiği konfordan kimse çıkmak istemez. Cesur olup olmamaktan ziyade, paranın verdiği konforu bozacak kadar aptal değil Mert aslında. Çıkarcı biri. Dediğin gibi günümüz insanı aslında. Çünkü konforu değil huzuru bile parayla ilişkilendiren insanlar haline geldik. Huzur bulmak için Bali’ye tatile git, bir Ege kasabasından ev al gibi, gibi...

Site insanları antik kentin içinde uçsuz bucaksız bir cennette yaşasalar da kendi yarattıkları suni bir kaostan besleniyorlar. Huzur için uzaklara gidip kaostan beslenmek dilemma değil mi? Esas değişmez gerçek, insanın kaosu sevdiği ve beslendiği mi?

İnsanın olduğu her yerde muhakkak huzursuzluk, kaos, iktidar çekişmesi... Ne ararsan var. İçsel huzuru kovaladığını iddia eden, modern ya da eski inanç sistemlerinde dahi var. İnsanoğlu bundan şikayet etse de en güzel hikayeler de insanoğlunun bu çirkin tarafından çıkıyor. Yapacak bir şey yok...

Romanın bilge karakteri tatlı komşumuz Sinan. Gerçekten bilge mi? Yoksa yeterince cesur olmayan, kaçak dövüşen bir erkek mi?

Ebru, tam da dediğin gibi biri Sinan! Zaten romanın sonunda Maya’nın yüzüne vurduğu da bu. Babacan ya da bilge geçinip konunun özüne uzak olan çok insan var. Yani Sinan aslında kötü biri değil, ama insan nihayetinde. Babacanlık taslarken atladığı detaylar felaketi getiriyor. İnsanın duygu yaşı gerçek yaşıyla aynı olmayabiliyor ya...

 “Hepimiz bir miktar açgözlüyüz”

“Dünyanın sonu 3. Dünya savaşından değil açgözlülükten gelecek.” Bingo. Hepimiz kaygı, karamsar ve korkunun sardığı hayatların içindeyiz. Bunca negatife rağmen şuursuzca da tüketmeye devam ediyoruz. Romandaki sistem eleştirilerinden hareketle, bu açgözlülüğün sonu gelecek mi?

Hayır gelmeyecek. En azından bizler bunu göremeyeceğiz. Sistemin ve zenginlerin açgözlülüğünden dem vursak da hepimiz bir miktar açgözlüyüz. İnsanoğlu öyle. İnsanoğlunun açgözlülüğü karşısında doğanın hiçbir şansı yok ve bu durum tersine dönmedikçe yok oluşumuzu doğru kürek çekiyoruz. İşin kötüsü durumun daha da kötüye gidiyor olması. Çevre bilincinin uyanışı, doğa dostu teknolojilerin yükselişi vs... Bunların hepsi, giderek artan çarpık ve vahşi tüketim dünyasının yanında cılız kalıyor. Ben küçükken, ki bu 80’lerin ortaları oluyor, izlediğim, okuduğum çevreci şeylerle büyüdüğümde dünyanın çok daha temiz bir yer olacağını sanıyordum. Pek de öyle olmadı. Bunca yıl sonra da kendimi elektrikli arabalarla avutamayacağım. 

Şahane bir cevap. Sürpriz son oldukça etkileyici. Tebessüm çiçeğinin yarattığı tekinsiz his ya da ruh hali hem cennetin hem de cehennemin anahtarı mı?

Öyle diyebiliriz. Çiçeğin şöyle bir özelliği var, ya pasifize ediyor ya da karanlığa sürüklüyor. Kısacası çiçeğe hiç bulaşmasalar daha iyiydi!

Okurken kesinlikle bulaşmak istiyor insan. Peki, Mert’in en yakın arkadaşı Deniz. Ölen babanın ve Nergis’in oğlu. Gizemli bir karakter. Kimse onu üzmek istemiyor ancak suskunluğu gerçeği bilmesinden mi kaynaklanıyor?

Güzel bir soru... Deniz’i daha fazla dahil edip etmemeyi düşündüm yazarken. Ama uzaklardaki o tekinsiz ve yorumsuz halini sevdim sonra. Gerginliği arttıran bir unsur oluverdi Deniz. Gerçeği bilip bilmediğinden emin değilim, ama bir şeylerden şüphelendiği kesin!

 Son soru. Kitabın yazarı olarak, zaman yolculuğu olsa hangi çağa gitmek isterdin?

Yakın veya uzak tarihi çok seven biri olarak bu soruya bir yanıt vermek gerçekten zor. Ama Osmanlı’nın son dönemlerinde ya da Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul sokaklarında dolaşmak fena olmazdı!

 Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel / J. Hakan Dedeoğlu / April Yayıncılık / Roman /