Güneş Duası bir ilk roman. İlk roman için özellikle kurguda epey riskli yollara girmiş İbrahim Utku Başyazıcı. Bugünü anlatmaya yakın bir zamanda başlıyor ama sonra gerilere, geçmiş zamana gidiyor, sonra yine bugünlere, hem yakın hem uzak tarihe. Bu gelgitler, geçmişle şimdiki zamanın, tarihin ya da insanın doğaya yapıp etmelerinin tekerrür etmesini anlatıyor.
Doğa ile insanın mücadelesini birçok iyi ve kötü karakter çevresinde anlatan roman sadece insanın doğaya yaptığı kötülükleri değil, tüm bunlarla bağlantılı olarak insanın insana yaptığı kötülükleri de anlatıyor. Kalkmayan sis, cam taneleri gibi inen yağmurlar, taşan dereler, yerine sığmayan denizler çevresinde bir nevi ekolojik bir anlatıma da sahip Güneş Duası. İbrahim Utku Başyazıcı tekrar eden kötülüğün romanı olarak tanımladığı Güneş Duası’yla ilgili sorularımızı yanıtladı…
İlk romanınız… Heyecanlı mısınız, neler yaşıyorsunuz?
Elbette heyecanlıyım. En azından benim için romanın kendi mucizesini gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Uzun süredir beklediğim bir şeyin kendi yolunu bulması anlamlı ve iyileştirici oldu.
Biraz tanıyalım sizi. Edebiyatla ilişkiniz, yazmakla olan mesainiz nasıl başladı?
Edebiyatla hep ilgiliydim. Babamdan kalan, Maksim Gorki, Victor Hugo gibi birbirinden çok farklı yazarların kitaplarının olduğu bir kütüphane ile büyüdüm. Aslında makine mühendisiyim. Sürdürülebilir yapı tasarımı ve enerji verimliliği üzerine çalışıyorum. Üniversitede disiplinli olarak yazdığım bir dönem var. Hâlâ yayındayken Adam Öykü’ye yolladığım öykülerimde olmuştu. Bunu başka bir yerde de söylemiştim ama sonrasında kaygılar hayallerin önüne geçti sanırım. Uzunca sessizlikten sonra yakın zamanda çıktı ilk kitabım.
“Bu romanın başrolünde aslında doğa var”
Tek bir karakter, tek bir olay yok ama tarih boyunca birbirinin içine girmiş, birbirini tamamlayan ya da birbirinin parçalayan olaylar var romanda… İlk roman için epey riskli bir kurguya girişmişsiniz, üstelik uzun da. Nasıl başladı sizdeki Güneşin Duası hikâyesi?
Muhtemelen bu kitabı yazma sürecinin en güzel yanı tam bağımsız olmamdı. Etkilenme endişesi olmadan, hikâyenin kendisi nasıl ortaya çıkmak istiyorsa öyle yazdım. Güneş Duası çok fazla karaktere sahip, uzun zaman aralığına yayılan bir roman. Karakterler birbirlerini hatırlatarak ve kurgu içerisinde bu anlamda okuyucuya yardımcı olarak hikâyeden ayrılıyorlar. Başrolde ise aslında doğa var. Romanın ana anlatısı doğa ile insanın mücadelesi ya da insanın doğayı tamahkar bir şekilde tahakküm altına alma çabası. Dolayısıyla insanların tekrar tekrar yaptığı hataları, sürekli benzer şekillerde var olmaya çalışan kötülüğü anlatmak sanırım bu kurgu ile mümkün oldu benim için. Güneş Duası’nın nüvesi beş yıl önce, uzun zaman sonra tekrar Giresun’a gittiğimde atıldı. Büyüdüğüm şehrin değişimi, hoyrat betonlaşma canımı sıkmıştı. Maalesef, yakın zamanda da o hissiyat can sıkmanın ötesine geçti hepimiz için.
Ne kadar zamanda dünyada yahut ülkede neye bakarak yazdınız, ne yazdırdı size bu hikâyeleri?
Romanın yazılışı yaklaşık iki senelik bir sürece yayıldı ama tam olarak odaklandıktan sonra iki aydan biraz daha fazla bir sürede tamamladım. Bu roman benim için bir hatırlama çabası. Başka türlü kaybolacak bazı şeyler kayda geçsin istedim. Açıkçası bu bilinçle de yazmaya başlamadım. Amacım sadece hikâyeyi anlatmaktı ama bu hikâyenin bir amacı varsa da bu hatırlama ve hatırlatma kaygısıdır muhtemelen.
Tarihsel gerçekleri de içinde barındıran bir roman bu, sizin nasıl bir araştırma, tarama süreciniz oldu merak ettim…
Güneş duası tarihsel gerçekleri barındırmakla birlikte gerçek tarihi izleme kaygısı gütmüyor. Yine de ahşap tekne geleneği, yüz yıl öncesindeki Karadeniz de gündelik yaşam, mübadele, Karadeniz vapurları gibi çeşitli konularda hatırı sayılır miktarda anı dokümanı, fotoğraf ve makale taradım, yerel tarihçilerden çok beslendim. Bunları da genellikle romanın akışı içerisinde yazarken yeri geldiğince yapmaya gayret ettim. Romanda tekne yapıyorsak tekne okudum. Okumalar da romanla birlikte büyüdü yani.
“Yaşadığımız şehirler geri döndürülemez bir şekilde değişti”
Facialar, felaketler… İnsanın doğaya yaptığının yanında, insanın insana yaptıklarına da tanık oluyoruz. Duygusal olarak da yüklü bir roman olduğunu düşündüm, siz bu yükü sırtlanırken yaratıcısı anlatıcısı olarak nasıl bir sorumluluk hissettiniz?
Bu romanı yazarken kafama takılan ve halen cevaplamaya çalıştığım iki soru var; “Kötülük neden tekrar ediyor?” ve “Evdeyken niye eve hasretmişiz gibi hissediyoruz?” Sanırım ikinci sorunun cevabı birincinin yarattığı yıkımda gizli. Yaşadığımız şehirler, büyüdüğümüz kasabalar çok hızlı ve geri döndürülemez bir şekilde değişti. Bu değişimle birlikte sadece insan eliyle değiştirilmiş bir çevreyi değil anılarımızı, bizi biz yapan şeyleri de kaybettik. Örneğin çocukken yüzdüğüm çoğu yer yok artık. Dolayısıyla beton ve çelikle hançerlenmiş çevremize ait hissedemiyor ve hüzünleniyoruz. Bu hüzünde yazım sürecinde öğrendiğim, Glenn Albrecht tarafından üretilen Solastalji kavramı ile açıklanıyor. Bir sorumluluk duygusuyla birlikte mi yazdım bilmiyorum ama “Tekrar aynı şeyleri yapmayın!” demek için uzunca bir iç döküş oldu sanırım.
“Çocukluğumun üzerine yol yapmak için yığılan kayaları kaldıramasam da başka bir dünya olduğunu hatırlatabilirim”
“Yeni partinin ‘ıslahat ve inşaat’ diyerek bağrına soktuğu ne varsa söktü attı doğa. Yaralı bir hayvan gibi çağlayan suyun çığlığını duydu insanlar…” Romanda doğanın yapıp etmeleri ya da aslında insanın doğaya yapıp etmelerinin romandaki önemi üzerine neler söylersiniz?
Bu romanın ana kahramanı insanı şekillendiren, insanın çevresi ile ilişkisini belirleyen ve insandan kesin olarak uyum bekleyen doğa aslında. Bu uyumluluk hali yerini insanın aç gözlülüğüne, doğayı değiştirme ve yönetme çabasına bıraktıkça muhakkak doğa intikamını alıyor. Benim asıl mesleğim olan mühendisliğin çıkış noktası da bu yönetme çabası ancak dünyaya bakışımızı uyumlu ve sürdürülebilir bir anlayışla değiştirmek zorundayız. Çocukluğumun üzerine yol yapmak için yığılan kayaları kaldıramasam da başka bir dünya olduğunu hatırlatabilirim.
Ne kalsın bu romandan ilk okurlarınıza?
Bu romanın en plansız karakteri Cazı Hanife muhtemelen. Müdanasız, güçlü bir kadın olarak yavaş yavaş hikâyeyi ele geçirip doğa, insan ve kötülük arasında mücadele eden bir köprü oldu. Onlarda oldukları yerin Cazı Hanife’si olsunlar, mücadele etsinler.