Mehmet Oğuzhan Çelik
Daha önce Bir Müzisyenin Arayışı, Sokağın Sesleri - Osmanlı'dan Günümüze Sokak Müziği, Hallerin Esiri gibi kitaplarıyla tanıdığımız, santur sanatçısı Sedat Anar’ın Ses, Nefes ve Müzik isimli kitabının genişletilmiş yeni baskısı, Everest Yayınları etiketi ile okuyucularıyla buluştu. Sesin, sessizliğin, nefesin ve müziğin dostlarına düşündürdüklerini merak eden Anar; Abdurrahim Karadeniz, Ahmet Makal, Başak Yavuz, Bilen Işıktaş, Cansun Küçüktürk, Damla Gürkan Anar, Enis Batur, Ercan Yılmaz, Gökhan Özcan, Handan Acar Yıldız, Kemal Dinç, Kemal Sayar, Kenan Bölükbaş, Koçer Avcı, Sadık Yalsızuçanlar, Selahattin Özpalayıklar ve Yıldız Ramazanoğlu olmak üzere farklı disiplinlerden gelen on sekiz ismin müziğe dair görüşlerini ve deneyimlerini aktardığı yazılarını bir araya getiriyor. Müziği anlamlandırmasında rol oynayan ailesinden, onlardan dinlediği efsanelerden, sessizliğe dair düşünmesine fırsat olan işitme engelli kuzeninden, çocukluğundan beri peşinde olduğu kuşlardan da bahseden Anar, bir anlamda meraklıları için müziğini oluştururken içine daldığı düş dünyasının da kapısını aralıyor. Ses, Nefes ve Müzik isimli kitabının yayımlanışından kısa bir süre sonra bir tane de öykü kitabına imza attı Anar. İletişim Yayınları etiketiyle çıkan ve dokuz öyküsünü bir araya getiren Paganini Dinleyen İnekler, ağırlıkla müziğe yoğunlaşan dokuda olsa da zaman zaman başka meseleleri de ele alıyor.
Bu başlıklar altında Sedat Anar’la en yeni iki kitabını konuştuk.
Ses, Nefes ve Müzik kitabını oluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?
Ses, Nefes ve Müzik kitabını hazırlama fikrim pandemi döneminde oluştu. Herkes gibi ben de evime kapanmak zorunda kalmıştım. O dönemde “Ev Kayıtları” adı altında epey bir bestemi kaydetmiştim. Kendi Youtube kanalımda paylaşıyordum. Sonra kütüphanemdeki müzik kitaplarını yeniden okumaya ve gözden geçirmeye başladım. Müzik hakkında Türkiye’de çok az kitap olduğunun da farkına vararak birden aklıma müzik yazılarından oluşan bir kitap hazırlama fikri geldi. Ve bir derleme kitaba dönüştü nihayet.
Kitap fikri aklınızda oluştuktan sonra yazıları toplayacağınız isimleri nasıl belirlediniz / bir araya getirdiniz?
İlk önce ben kendi yazımı kaleme aldım. Sonra eşim Damla’dan bir yazı istedim. Sonra da yakın dostum Cansun Küçüktürk’den bir yazı istedim. İsimleri kısa zamanda belirledim. Sadece müzisyenlerle sınırlı tutmak istemedim. Farklı alanlarda uzmanlaşmış olan ve müziğe bakış açılarını merak ettiğim insanlardan yazı istedim. Kitapta yazısı olan herkesle bir muhabbetim ve dostluğum vardı zaten. Hal böyle olunca onlar da beni kırmayıp yazılarını severek yazıp gönderdiler.
“Dünyadaki her şeyin, sesi sayesinde duyulan bir ruhu vardır”
Cansun Küçüktürk’ün “Ölüler Müzik Dinler mi?” yazısı özellikle ilgimi çekti. Sizin için de öyle olmalı ki bu metne bir cevap niteliğinde oldukça ilgi çekici yeni bir yazı kaleme almışsınız. Kitabı henüz okumamış olanlar için, müziğin insanda yarattığı ölümsüzlük duygusu ve müziğin yaşamdaki döngüsü hakkında neler söylemek istersiniz?
Öncelikle şunu belirteyim, Cansun Küçüktürk ile neredeyse on yıldır dostuz. Çoğu albümümde aranje, mix ve mastering konusunda yardımcı oldu bana. Epey de bir zaman vakit geçirdiğimiz için yazısını okuduktan sonra bir cevap yazmak istedim. Müziğin yaşamdaki döngüsüne gelecek olursak şunları demek isterim. Dünyadaki her şeyin, sesi sayesinde duyulan bir ruhu vardır. Her insan bir kelimedir. Çünkü her insana bir isim verilir. İnsan ömrünün sonuna kadar kendine verilen ismin tınısını duyar. Sesler de tıpkı objeler gibi zihinde basamaklar ve aralıklar halinde dizilerek yeni ifadeler kazanır. İnsanoğlu doğal reflekslerle müzik yapmaya başlamıştır. İnsan sesini onu taklit eden çalgılar izlemiş, insan ruhunun derinliklerindeki çok karmaşık hallerin dışavurumu musikiyi meydana getirmiştir. Sanatçı, mutsuz olduğu bir sırada neşeli bir melodi çalsa bile enstrümanı mutsuzluğu söyler. Aynı şey dinleyicinin müziği dinlerkenki ruh hali için de geçerlidir. Müziğe yön veren, icra edildiği andaki duygulardır. Sesleri olan bir dünyaya kendi seslerimizi gönderiyor, bu dünyaya bazen suskumuzla bazen de seslerimizle katılıyoruz. Sessizlik dünyanın başlangıcında vardı. Biz insanlar da ölüm gibi bir sessizlikle bu dünyaya veda edeceğiz. Kuşkusuz ölümümüz bir ses olacak. Belki de ölüm en anlamlı sestir.
Kitapta yer alan yazınızdan anlıyoruz ki sizi seslere bu kadar duyarlı kılan çocukluğunuzdan beri sizi peşinden sürükleyen kuş sesleri ile dedenizin size anlattığı hikayeler. Müzik, doğa ve insan etkileşimini düşündüğünüzde bu üçgenin köşelerinin birbiriyle olan ilişkisini nasıl anlatırsınız?
Çocukken başladı her şey. O yaşlarda sesler üzerine uzun uzun düşündüğüm vakitler oldu. Çocuk aklımla sesleri merak etmemin ilk sebebi, dayımın işitme engelli kızı Sarya’ydı. Sarya’yla oynarken yarım yamalak öğrendiğim işaret diliyle konuşmaya çalışırdım. Müziği düşünürken her seferinde Sarya gözümün önüne gelirdi. “Bir insan duymadan nasıl yaşayabilir?” diye sorardım kendime. Ana rahmine düştüğü andan itibaren duymaya başlayan insan nasıl olur da hayatı boyunca seslerden mahrum kalırdı? Sarya’yı her gördüğümde garip bir üzüntüye kapılırdım. Onun çaresiz ve bir o kadar da hüzünlü ve sessiz bakışlarını izler, “Benim duyduklarımı ömrünün sonuna kadar duymadan nasıl yaşayacak?” diye üzülürdüm. Sesler onun içine dökülüp kırılırdı ve oradan çıkamazdı; böylece o kırılmış sesler onun suskusunu oluştururdu. Sarya’nın ruhunun dili sessizlikti. Sırf Sarya müziği duysun diye garip garip danslar ve hareketlerle onu güldürürdüm. Çıkardığım sesleri duymasa bile en azından hareketlerimi görsün isterdim. Sarya’nın sessizliği bana hem sesi hem de sessizliği öğretti. Bir yandan da hep kuş seslerine merakım vardı. Onların kusursuz ve güzel sesini dinlerken mest olurdum. Burada da dedem devreye giriyor. Çünkü dedem masal anlatıcısıydı. Ve anlattığı masallardan birisi Kürt mutasavvıf şair Feqiye Teyran’ın hikayesiydi. Kendini göstermeyen bir kuşun peşinden bir ömür boyu dolanan dervişin hikayesi yani. Feqi’nin hikayesini yüzlerce kez dinlememe rağmen anlattırırdım dedeme. Kitaptaki yazımın başlığı da “Feqiye Teyran’dan Olivier Messiaen’e Kuş Sesleri” oldu. Kuşlar için birçok beste yaptım. Butimar, Kuş Ağacı, Kuş Divanı, Kaf ve Anka gibi bestelerim var. Olivier Messiaen’ın yaptığı gibi ormanda kuş sesleri peşinde dolanıp notaya alıp besteler yapmak istiyorum. Yavaştan da başladım bu işe.
“John Cage bence son yüzyılın en yaratıcı bestecisi”
Kitapta müziğin seslerle ilişkisi üzerine düşünen birçok isim John Cage’in 4’33” isimli bestesine değiniyor. Bilmeyenler için aslında “4 dakika 33 saniye” süren bir sessizliğin müziği olduğunu belirtelim. Kitapta da işitme engeli bulunan kuzeninizden nasıl etkilendiğinizi anlattığınızı hatırlatırsam, müziğin sessizlikle olan ilişkisi size neler düşündürüyor?
John Cage hakkında uzunca bir süre çalıştım, bütün çalışmalarını dinledim. Ve Bir Müzisyenin Arayışı adlı kitabımda uzunca bir portre yazdım Cage hakkında. Son yüzyılın en yaratıcı bestecisi bence. Onun 4’33’ü sessizliklerle örülüdür ama aslında sessizlik diye bir şey olmadığını da dile getirir Cage. Dünyada hep ses vardır diyor Cage. İlya Kaminsky bir şiirinde şöyle der: “Sağırlar sessizliğe inanmaz. Sessizlik, işitenlerin icadıdır.” Sessizliğin de bir ses olduğunu idrak eden insan, ilk ne zaman duyduğunu düşünmeye başlar. Anne karnında annesinin kalp atışlarını, içeriden ve dışarıdan gelen çeşitli sesleri duyarak seslerle tanışan insan, doğar doğmaz ağlar ve kendi sesiyle tanışır; duyduğu seslere kendi sesini de katar. Büyüdükçe, vücudunda sürekli devam eden bir sesler döngüsü bulunduğunu fark eder. Ses, müziğe dair hayallerimizin tamamıdır. Kelimelerle anlatılan sözler her zaman az şey anlatır. Ama müzikte durum böyle değildir. Kelimelerin beceriksiz kaldığı anda müzik çok daha güçlü bir anlatım aracıdır. Ses, duygu uyandırması bakımından önemlidir ama aynı zamanda sessizliğin içinde de kendini var eder. Doğu Asyalılar, (budistler, taoistler) sessizlik ve içebakışın, yüksek seviyelerde düşünme için yararlı olduğuna inanırlar, tıpkı hakikatin peşinde olmaya yararlı olduğu gibi. Ahenkli bir hayatın anahtarı sessizliktir. Kim sessizliği ararsa sessizlik de onu arar. Besteci hissettiklerini müziğiyle hissettirir dinleyicisine. Dünyaca ünlü besteci Arvo Part’ın sessizliklerle örülü müziği zaman geçirilmek için dinlenilmez. Çünkü seslerle örülerek duyguları uyandıran bir müzik ancak ve ancak sessizlikle dinlenilir. Sessizlikle sese karışan bir müzikten bahsediyorum.
Kitaptaki birçok yazıda hikayelerin ve efsanelerin özellikle geleneksel müziklerin yolculuğunda önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Günümüzde gelişen kitle iletişim araçları ve müziğe ulaşma biçimlerimizi düşündüğünüzde, destanlar, efsaneler, hikâye anlatıcılığı ve müziğin bugünkü ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Elbette müzik her zaman bize bir hikâye anlatır. Müzisyen bir notanın ardında gizli olanı keşfedendir. Yeni bir ses arayışı peşinde olmalıdır. Bu bile başlı başına bir hikayedir. Bu arayış geleneksel olandan geçer. Bazen dedemizden duyduğumuz bir masal bestemize ilham olabilir. Kendimden yola çıkarak örnek vereyim. Ben santur çalmayı Tebriz’de öğrendim. İlk önce enstrümanı icra edildiği ülkede geleneksel haliyle öğrendim. Santurla ilgili onlarca hikâye dinledim. Sonra kendi çalım tekniğimi geliştirdim. Şunu unutuyor herkes. Eğer tamamen yeni bir tarzda müzik yapmıyorsanız; eski olanı, yani geleneksel olanı yeniden yorumlayandır müzisyen. Yani artık Karacaoğlan gibi şiir yazıp beste yapan yoktur. Varsa da bir avuç insandır. Çağ atlıyoruz çünkü ama sokaktan var olup gelen bir rap müziği vardır. İyi bir rap müzisyeni aynı zamanda iyi bir şairdir, söz ehlidir. İşte rap müzisyeni günümüz ozanlarıdır. Sekiz yıl boyunca Ankara sokaklarında santur çalıp bestelerimi söyledim. Sokak müzisyenleri de günümüz ozanlarıdır. Homeros’un derlediği destanlar günümüzde halen yeniden yorumlanıp insanlara sunuluyorsa bu geleneksel olanın yeniden farklı ve çağa uygun bir şekilde halen yaşadığını da gösterir. Kendim üzerinden bir örnek daha vereyim. Müziğimde feyz aldığım insanlardan birisi ninem Şahide Bacıdır. Ninem doğup büyüdüğüm Halfeti’de taziye evlerinde kadınların olduğu kısımda doğaçlama ağıtlar yakan birisidir. Onun ağıtlarını dinleyerek dizinin dibinde büyüdüm ve müziğimin neden hep hüzünlü olduğunun da kanıtıdır ninem Şahide Bacı. Aslında ondan duyduklarımı kendi müzik anlayışımla yeniden yorumlayıp bestelerime yansıtıyormuşum. Bunu çok sonradan kendim fark ettim. Dünya müzik piyasasında şu an şöyle bir durum var. Yüzlerini doğuya dönüp iyice seyredip Batıda müzik yapıyorlar. Doğu destanların, masalların, efsanelerin yeridir. Onu kapitalist sistem de tüketemez. Kimse Klasik Hint müziğinin bozulduğunu söyleyebilir mi? Hint müziği dimdik ayaktadır. The Beatles, Pink Floyd ‘u etkileyen Klasik Hint müziğidir. Hayran oldukları müzisyen Nusret Fatih Khan’dır. İngilizler yıllarca Hindistan’ı sömürdüler ama kültürlerini yok edemediler. Geleneksel olan ve gelenekselden beslenen her şey kendini korur ve sevdirir her daim. Son soru güzel olduğu için konuştukça konuştum, bağışlayın.
“Dokuz öykünün dördü doğrudan müzik merkezli”
Yeni öykü kitabınız Paganini Dinleyen İnekler’den de bahsetmek istiyorum. Bu kitap nasıl ortaya çıktı, bu öyküler nasıl bir araya geldi? Daha çok müzisyen kimliğiyle tanınan bir yazar olarak müzik öykülerinize nasıl dokunuyor ve edebiyatınızı nasıl etkiliyor?
Uzunca bir süredir yazıyorum. Öykü kitabım benim yedinci kitabım. Tabii ilk öykü kitabım. Roman, deneme, portre, anı ve araştırma-inceleme gibi farklı türlerde kitaplar yazdım. Öykü türünde de yazıyordum ama yayımlanma aşaması için epeyce çalışmam gerekliydi. Özellikle İletişim Yayınları’ndaki editörüm Kıvanç Koçak bana bu konuda yol gösterdi. Yazdığım öyküleri tek tek okuyup değerlendirdi. Sonrasında kitabımın editörü Emre Bayın ile bir süre çalıştık. Yazdığım öykülerden dokuzunu seçtik. Kitapta yer vermediğim öyküler de var. Tabii bu süreç toplamda bir yıl sürdü. Paganini Dinleyen İnekler adlı öykü kitabımda aslında sadece müzik öyküleri yazacaktım. Editörlerim benden bunu istemişti ama yine editörlerim ile uzun sohbetlerimiz sonunda başka konulardan bahsettiğim öykülere de yer vermek istediğimi belirttim ve bu isteğimi geri çevirmediler. Dokuz öykünün dördü doğrudan müzik merkezli. Özellikle “Tanburi Arif Bey ve Rapçi Miyop Hayâl” adlı öykümde geleneksel ve modern müzik çatışmasını bir müzisyen gözüyle anlatmaya çalıştım. Kitaba adını veren “Paganini Dinleyen İnekler” adlı öyküde de taşralı bir müzisyenin ailesi ile olan çatışmasını ironik bir dille anlatmaya çalıştım. “Bir Sokak Müzisyenin Güncesi” adlı öykümde de yıllarca sokak müzisyenliği yapmış birisi olarak sokağı anlatmaya çalıştım. Kitabımı okuyanların en çok şaşırdığı iki öykü de tehcir öyküsü. Bu iki öykü kitabımın en çok sevilen iki öyküsü oldu. Diğer öyküler doğrudan müzik konulu olmasa bile bir durağında müziğe muhakkak yer vermeye çalıştım. Halihazırda müzisyen ve besteci olduğum için müzik öykülerini yazarken hiç zorlanmadım. Bahsettiğim iki tehcir öyküsüne uzunca bir süre çalıştım. Tabii öncesinde epeyce bir ön okuma yaptım. Özellikle Aras Yayınları etiketiyle çıkan kitapları okuyarak çok şey öğrendim bu iki öykü için. Demek istediğim şu, hakim olduğunuz bir konuda rahatça kalem oynatabilirsiniz ama hakim olmadığınız konularda bir ön çalışma yapmanız gerekli. Türkiye’de maalesef müzik merkezli öyküler ve romanlar çok az var. Örneğin Selçuk Orhan’ın Müderris ve Virtüöz kitabı çok başarılı bir kitap. Bir müzisyen olarak ben de böyle güzel bir roman yazmak istiyorum. Bu edebiyat ve müzik bir araya gelince daha güçlü bir yapıya ulaşıyor bence.