Dehaya sahip olmak yetmiyor, onu iyi yönetebilmek de ayrı bir beceri...
En çok Kara Şövalye (The Dark Knight), Başlangıç (Inception), Akıl Defteri (Memento), Prestij (The Prestige) ve Yıldızlararası (Interstellar) filmleriyle birçok sinemaseverin fetiş yönetmeni olan Christopher Nolan’ın J. Robert Oppenheimer’ın ibretlik yaşam öyküsünü oldukça detaylı bir şekilde anlatan Amerikalı Prometheus kitabından uyarladığı filmi Oppenheimer, onun kadar kapsayıcı olamasa da bu çelişkilerle dolu bilim insanının iç dünyasını olabildiğince hissettirmeyi başarıyor.
Nolan, yazar/gazeteci Kai Bird ve yazar/akademisyen Martin Sherwin’in Pulitzer ödüllü kitabını sonundan başlatarak uyarlamayı tercih etmiş. Atomik Enerji Komisyonu’nun Başkanı Lewis Strauss hep fizik okumak istemiş olsa da ailesi onu bu dalda iyi bir okulda okutacak maddi güce sahip olmamış hiç. O da kendi kendisini yetiştirmiş. Washington koridorlarında dolaşarak kendisine önemli yerlerde yer açabilmiş. Savaş sonrasında Oppenheimer’a hayranlığını gösterip onu desteklemiş. Ancak Oppenheimer ile Strauss birbirlerine taban tabana zıt iki kişilik. Nolan bize Oppenheimer’ı tanıttıkça onun imkanları geniş bir ailenin okumuş çocuğu, gerçek bir deha, karizmatik kişilik ve yüksek bir ikna edicilik yeteneğiyle donatılmış olduğunu gösteriyor. Çok geçmeden de Strauss’un hayranlığı kıskançlığa ve gareze bırakıyor yerini.
Hayatı aslında 3 bölüm
Bizde İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabı okuduğunuzda, Oppenheimer’ın hayatının üç parçaya ayrıldığını düşünebilirsiniz. İlk kısım bazı sosyalleşme sıkıntılarını da içinde barındıran tahsil ve hocalık hayatı... Burada en önemli yol ayrımı bir süre sevgilisi olan ve onun için hep özel kalan Jean Tatlock’la tanışması. Tatlock sayesinde Amerikan komünist aktivitelere en yakın olduğu dönemi yaşıyor. İkinci kısım kendisine teklif edilen Atom Bombası yapımı organizasyonunun yöneticisi olmasıyla başlıyor. Los Alamos’ta kurulan izole şehirde dünyanın en iyi fizikçilerinden bir kısmını topluyor ve onları orkestra şefi gibi yönetiyor. Üçüncü kısım Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarının sonrasındaki vicdan muhasebesi ve nükleer silahlanmayı uluslararası bir denetime tabi tutacak bir sistemin kurulması için tüm nüfuzunu kullanma gayreti... Bu kısımda Lewis Strauss çıkıyor karşısına ve onu tam da McCharthy dönemindeki cadı avı sırasında (FBI ve başkanı Hoover’ın da tam desteğiyle) geçmişini kullanarak paçasından aşağı çekmeye çalışıyor.
Film ünlü Amadeus filmindeki Amadeus-Salieri çatışmasını da hatırlatıyor bu açıdan bakınca. Ancak senarist/yönetmenin bu yapıyı tercih etmesi, Oppenheimer’ın, Amerikan hükümeti tarafından kullanıldıktan sonra bir kenara atılan trajik bir karakter olduğu gerçeğini zedeliyor. Kişisel husumet biraz fazla öne çıkıyor. Senaryo yukarıda özetlenen üç kısıma da Strauss ve Oppenheimer’ın tek tek sorgulama sahnelerinin arasından geri dönüşlerle giriyor ancak bu tercih yüzünden hiçbirini bütünüyle anlattığı da söylenemez. Ama ilginç bir şekilde; kitabın altı çizilecek ilgi çekici cümleleri, kısa anekdotları yine de filmde var, sadece üç saat boyunca dikkatle izlemenizi (ve dinlemenizi) istiyor.
Bomba doğru atılsaydı
220 binden fazla insanın ölümüne sebep olan bombaların dünyadaki bütün savaşların sonunu getireceğine inanıyordu Oppenheimer ama daha etkili olması amacıyla en doğru şekilde atılması için de elinden geleni yaptığını izliyorsunuz. Bu ve benzeri çarpıcı bilgiler bol diyaloglu sahnelerle veriliyor. Nolan sineması her zaman şıktır elbette ama bu sefer tüm filmlerinden fazla diyalog yazmış ve ses çalışmasına ayrı bir önem atfetmiş. Oppenheimer’ın iç dünyasındaki dalgalanmaları, çelişkileri hem görsel hem de işitsel anlarla seyirciye geçirmeyi hedeflemiş. Prova niteliğinde yapılan Trinity denemesi kimi ayrıntıları dışında, ‘süper bombalar’ın bırakın patlatılmalarını bitmiş hallerini bile göstermekten imtina etmiş. Bombaları fetişleştirmekten özellikle kaçınmış.
Oscar’a uzak değil
Cillian Murphy ve Robert Downey Jr.’ın iki ayrı kutupta kendi alanlarında iyi performanslar gösterdikleri çok aşikar. Murphy’nin Oscar adaylığı kesin, ödüle de hiç uzak değil. Jean Tatlock rolündeki Florence Pugh’tan ziyade, Oppenheimer’ın karısı Kitty rolünde izlediğimiz Emily Blunt da iyi performansıyla dikkat çekiyor.
Nolan’ın en iyi filmi diyenlerden olmayabilirsiniz sonunda. Açıkçası çok daha görsel ve akıcı filmleri var. Ama özellikle fiziğe, tarihe, McCarthy dönemine dair ilgi ve meraka sahipseniz çok beğeneceksiniz... ●