29 Mart 2024, Cuma
Haber Giriş: 24.06.2022 04:35 | Son Güncelleme: 25.06.2022 09:16

'En az iki Abdülhamid var, hepsini birden anlatmak istedim'

Bu yazın kitabı, Zülfü Livaneli’nin yeni romanı Kaplanın Sırtında. Odağına II. Abdülhamid’i alan, tarihi gerçeklerle bezenmiş bir romana imza atan yazar, “Karşıtları onu zalim bir müstebit, kızları ise müşfik bir aile babası olarak tanıdı. Bir romancı bütün bu katmanları bilmek zorunda” diyor 
'En az iki Abdülhamid var, hepsini birden anlatmak istedim'

Sibel Oral

[email protected]

Zülfü Livaneli’nin yeni romanı Kaplanın Sırtında II. Abdülhamid’in Selanik sürgününde üç yıl boyunca kaldığı Alatini Köşkü’nde yaşadıklarını konu alıyor. Elbette bir romanla karşı karşıyayız ama tarihsel gerçeklerden yola çıkan ve sonunda uzun bir kaynak listesi olan bir romanla. Dönemin ruhu sadece olaylarla değil, karakterlerin iç dünyasının incelikli bir şekilde aktarılmasıyla da romana ayrı bir derinlik katıyor. Abdülhamid ve doktoru Atıf Hüseyin’in ilişkisi -önce doktor tarafından düşmanca görülmesi sonra zamanla başka bir ilişki biçimine evrilmesi- benim romanda okumaktan en çok keyif aldığım yerler oldu. Tabii Abdülhamid’in hatıratını “gizlice” yazan doktorla romanın yazarı Livaneli’yi bir tutmadan da edemedim. İşte tüm bunları Zülfü Livaneli ile konuştuk… 

Romanın birkaç yerinde Abdülhamid için “bir entrika ustası” ve “çelişkilerle dolu bir sultan” sözleri geçiyordu. Buradan başlamak istiyorum; Abdülhamid’in kişiliği, karakteri üzerine neler söylersiniz?

Padişahlık ve halifelik makamının arkasındaki “insan”ı tanımaya ve anlatmaya çalıştım ben. Çok ilginç ve değişik yönleri var. Bunlardan biri de siyasi manevra ve entrikaları çok iyi beceriyor oluşu. Savaştan hoşlanmıyor ve iç ve dış her konuyu diplomasiyle çözmeye çalışıyor. Değişik grupları ve kişileri siyasi manevralarla birbirine düşürüyor. 

Roman, Abdülhamid’in sürgün olarak kapatıldığı Alatini Köşkü’ne girişiyle başlayıp üç yıl sonra oradan çıkışıyla bitiyor. Özellikle bu sürgün dönemini mi yazmak istediniz?

Evet. Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun tek egemeni, padişahı ve halifesi olan, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” diyerek önünde yerlere kapanılan bir mutlak kudret sahibinin, çoluk çocuğu ile bir gece Selanik trenine bindirilmesi ve oradaki boş bir köşkte adeta parkelerin üzerine atılması, aç kalmaları, sonraki dönemde her an idam kararı bekleyerek, dünyayla irtibatı kesilmiş durumda yaşaması romancı açısından çok ilginç bir durum.

Tabii ki kurmaca bir eserle, bir romanla karşı karşıyayız ama diğer yandan da tarihsel gerçekliği var. Gerçeklik ve kurmaca arasında endişeleriniz oldu mu yazarken? 

Bu önemli bir soru. Okurlar bazen gerçekle kurguyu ayırmakta güçlük çekiyor. Bu konuda ilginç bir anım var. Ray Charles’ın hayatını anlatan RAY filminde Ahmet Ertegün karakteri de vardı. Bir gün Ahmet Bey’e, gösterilenlerin gerçeğe ne kadar uyduğunu sordum. “Eğer hepsi gerçek olsaydı o zaman ona belgesel demek gerekirdi” diye cevap verdi. Haklıydı. Çünkü dramatizasyon, ille de yalan söylemeyi, tarihi çarpıtmayı değil ama temel doğruları koruyarak, karakterlerin psikolojilerini daha çok ortaya koyacak sahneler yaratmayı gerektirir. Serenad romanı da tarihsel bir gerçeğe dayanıyor ama karakterlerim kurgu.

Roman bir empati kurabilme, yazdığınız karakterleri anlayabilme sanatıdır. Onları tanıyacak hatta özdeşleşeceksiniz ki anlattığınız zaman yerine otursun

Askeri doktor Atıf Hüseyin. Nefret ettiği adamı yaşatma, iyileştirmeye çalışması, daha sonrasında onun hatıratını yazma heyecanı hatta yer yer ona hak vermesi çok ilginç geldi bana. Bunların hepsi de gerçek, değil mi? Siz ikisi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eskiden beri okurum ama son beş yılda padişah hakkında yazılmış yerli, yabancı kaynakları yoğun bir çalışma sonucu inceledim. Abdülhamid konusunda sahte hatıratlar, söylentiler gibi pek çok uydurma var. Bunları ayıklamak için gerçek kaynaklara dayanmak gerekiyor. Benim özellikle eğildiğim dönemin en sahih kaynakları Hekim Yüzbaşı Hüseyin Atıf Bey’in günlük notları, Ali Fethi Okyar’ın hatıratı, kızları Ayşe ve Şadiye Sultan’ın yazdıkları ve o sırada çok küçük olan oğlu Abit Bey’in daha sonra anlattıkları. Bunlar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği kaynaklar. 

Belirttiğiniz gibi o dönemde hemen hemen herkesin nefret objesi haline gelen Abdülhamid’in sağlığını korumakla görevlendirilen, ölmesini istediği adamı tedavi etmek zorunda kalan, her gün görüşüp bütün sırlarını, korkularını, mahrem beden özelliklerini öğrenen bir doktorun ikilemi. Ve zamanla ikisinin de birbirini dönüştürmesi. Tam bir roman konusu. Zaten benim, farkında olmadan yaptığım ama sonra ortak nokta olarak gördüğüm, bütün romanlarımın temelinde bu var. Hayat akıp giderken birbiriyle karşılaşması ihtimali olmayan insanları bir mekâna getirip birbirlerini dönüştürmelerini incelemek: Engereğin Gözü’ndeki sabık padişah ve harem ağası, Mutluluk’ta Vanlı Meryem ve Cemal ile İstanbullu Profesör, Leyla’nın Evi’nde asilzade Leyla ve Almancı Roxy… Hepsini saymayayım ama bu galiba bir metot oluşturdu yazılarımda.

Zülfü Livaneli ve II. Abdülhamid’in torunu Mediha Osmanoğlu...

Doktorun Abdülhamid’in hatıratını yazdığı bölümlerde ben de bir okur olarak bu romanı yazan Livaneli’yi düşündüm. Doktorun yaşadıklarını, hissettiklerini, gelgitlerini siz de yaşadınız mı?

Elbette. Roman bir empati kurabilme, yazdığınız karakterleri anlayabilme sanatıdır. Onları tanıyacak hatta özdeşleşeceksiniz ki anlattığınız zaman yerine otursun. En az iki Abdülhamid var. Birisi hâlâ siyasi tartışma konusu olan padişah, öteki de hayatta başarıyı da yenilgiyi de tatmış ve ailesinin de belirttiği gibi evhamlı, ölüm korkusu içinde yaşayan, her gölgeden, her sesten, herkesten kuşkulanan bir insan. Ben bu romanda ikisini birden anlatmak istedim. 

Abdülhamid, Murad için “Osmanlı şehzadesinden çok Avrupa prensine benzerdi” diyor. Aralarında öyle pek de kıskançlık, çekişme olmamış sanırım… Murad hakkında ne düşünüyorsunuz?

Olmuş aslında. Hamid ve Murad hem birbirlerine yakın olan ağabey ve kardeş, hem de rakip. Şehzadelikleri sırasında Abdülhamid’in tahta oturma ihtirası olmadığı için araları iyi. Ağabeyinin V. Murad olarak tahta çıkması da onu rahatsız etmiyor. Ama kendisi tahta çıktığı zaman bütün erkek kardeşleri gibi Murad’ı da ev hapsine daha doğrusu saray hapsine mahkum ediyor. Murad, Reşad isimleri dahi yasaklanıyor. Abdülhamid’in kardeşlerini hapsetmesi zalimlik gibi görünebilir ama daha eski devirlerde olsa bu kardeşler mutlaka öldürülürdü. Özellikle Murad’ı tekrar tahta çıkarmak isteyenler o karışık devirde kanlı ihtilal girişimleri dahil her türlü yola başvuruyorlardı. Amcası zaten bir ihtilal sonucu tahttan indirilmiş, türlü hakaretlerden sonra şüpheli bir intihar iddiasıyla -bana kalırsa- öldürülmüştü. Dolayısıyla tahtta rahat değildi, her an öldürülme tehlikesi vardı. 

“İnsanlar benden bahsederken neyi unuttular biliyor musunuz? Benim de insan olduğumu. Bir aile babası, gülen, ağlayan, hastalanan, neşelenen bir insan olduğumu. İnsanı değil, sadece iktidarı gördüler” diyor Abdülhamid. Merak ettim, siz önce neyi gördünüz Abdülhamid’de? 

Bu sözleri romancı olarak ben yazdım onun ağzından ama temel gerçeklere uygun olduğunu sanıyorum. Luigi Pirandello’nun “Altı kişi yazarını arıyor” adlı harika piyesinde anlatıldığı gibi, her insanın değişik yönleri vardır. Bir kişi; ailesi, iş arkadaşları, yakın dostları, eşi, sevgilisi tarafından ayrı ayrı şahsiyetler gibi algılanır. Mesela karşıtları tarafından zalim bir müstebit olan Abdülhamid kızları için müşfik bir aile babasıdır, eşi Müşfika Hanım’a göre aşkla bağlı olduğu bir eştir. Bir romancı bu katmanları görmek zorundadır. Üstünkörü yargılarla yetinemez. 

Kaplanın sırtında olmak… Bu roman özelinde “kaplanın sırtında olmak” ı nasıl tarif edersiniz?

Bütün iktidar sahipleri kaplanın sırtındadır aslında. Özellikle iktidarın bir despotluk haline geldiği rejimlerde. Kaplanın sırtında olduğunuz sürece o güçlü, zalim ve kudretli yaratığa hükmedersiniz ama bir gün oradan düşerseniz kaplan önce sizi parçalar. Bu iktidar metaforu her şeyi anlatıyor aslında. 

Ve bugün hâlâ Abdülhamid tartışılıyor. Bugünün siyaseti o dönemin olay ve kişileriyle nasıl ilişkileniyor ya da ilişkilenmeye çalışıyor? 

Tarihsel kişiler üzerinden güncel siyaset yapmak yakışıksız bir durum. Çağdaş bir yaşam için gerekli olan eğitim, sağlık, ekonomi, inovasyon vs. gibi konulara yöneleceğimize, 120 yıl önce şu mu haklıydı bu mu haklıydı tartışmalarına girmek, rasyonel olmayan toplumlara özgü bir gerilik. 

Romanı yazdınız, bitti, yayınevine gitti. Ne hissettiniz?

Tuhaf bir boşluk oluşuyor doğrusu, biraz da endişe. Her kitap bir sınav. Okur ne diyecek, nasıl karşılayacak, sosyal medyadaki ilk mesajlar hangi tonda gelecek, ne demek istediğim tam olarak anlaşılacak mı, derdimi anlatabilmiş miyim? Sorular hep böyle. Yoksa satar mı satmaz mı gibi sorular ilgi alanımda değil.

Kaplanın Sırtında / Zülfü Livaneli / İnkılâp Yayınları / Roman / 324 Sayfa

Bu romandan ne kalsın, ne kalmasını istersiniz Türkiyeli okura?

Önce bir edebiyat zevki, okuma zevki. Sonra en çok tartışılan dönem ve kişi hakkında, üstü ideolojik kamplaşmalarla örtülmüş olan gerçeği ortaya çıkarabilmek. Ali Yaycıoğlu dostumun dediği gibi o devrin hayallerini, umutlarını, hayal kırıklıklarını duyumsatabilmek. Ve arkasında ideolojik bir hesap, bir art niyet aranmaması. 

Hasta, yorgun ve kuşkulu bir imparator

“Bir insanı tanımak bir imparatorluğu tanımakmış…” Öyle mi sizce de?

İmparatorlar da zamanın ruhuna göre davranmak zorunda olduklarına göre öyle. Bizde Osmanlı’yı bir bütün olarak, tek bir tipe indirgeme yanlışı var. Oysa o 600 yıllık medeniyetin de kendi içinde devirleri, reformları, eski-yeni kavgası, değişen kılık kıyafet mücadelesi var. Donmuş bir zaman değil. Bu açıdan baktığınızda Hamid’in kişiliğinde zayıflayan, çökmeye yüz tutan bir imparatorluğu görebilirsiniz. O devirde Yavuz Sultan Selim gibi astığı astık kestiği kestik bir padişah olmak mümkün değildir. 20’nci yüzyıla gelirken IV. Murad gibi pervasızca adam öldürmek ya da tahta çıktığı gün III. Mehmed gibi 19 erkek kardeşini boğdurmak akıl dışıdır. Hasta, yorgun ve kuşkulu bir imparator olan Hamid’in şahsında imparatorluğun soluşunu, çöküşünü görebilirsiniz. Çünkü imparatorluk da hastadır.

Korkuları yüzünden ülkenin sosyal sermayesini tüketti

Avrupa’yla aranın ne kadar açıldığını 24 yaşında gittiği seyahatte görüyor Abdülhamid ve “Bizim makinemiz, icadımız, tekniğimiz yoktu ama Şark’a mahsus keyiflerimiz vardı” diyor, aslında her şeyin farkında… 

Herkes farkında. O seyahat zaten, uzaktan izlemekte oldukları bir gerçeği yani Avrupa’daki akılalmaz ilerlemeyi, açılan medeniyet farkını kendi gözleriyle görme imkanını veriyor. Hatta padişah Abdülaziz dahil, yaşlı gözlerle izliyorlar durumu. III. Selim’den beri bütün padişahların Batı medeniyetiyle bütünleşme çabaları iki gücün etkisiyle akim kalıyor. Bunlardan birisi içerideki “ulema” takımı, ikincisi de bizzat “Batı”. O dönemde bilinen petrolün yüzde 55’i bizim topraklarda olduğu için o kaynağı ele geçirme mücadelesi veriyorlar. Sonunda da aldılar zaten. Bu can alıcı soru ayrıca tartışılmalı.

“Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet” bugün de duymaya alışık olduğumuz bir söz. Aynı şekilde o dönemin özellikle düşünce/ifade özgürlüğü, basının özgür olmaması, aydınların baskı altında yaşamak zorunda kalmaları… Bugüne çok benzeyen şeyler var.

Hem siyasi durum hem de Abdülhamid’in vehimli kişiliği, daha doğrusu hastalığı bu baskıyı artırıyor. Hafiye düzeninin yerleşmesi, insanları paranoya derecesinde korkuya sürüklüyor. Kitapta bunun akıl dışı örnekleri var. Bugün tartışmamız gerek şey Abdülhamid’in bu korkular yüzünden ülkenin sosyal sermayesini, aydınını tüketmesi. Toprak kaybından daha önemli bir konu bu. 

Dizilerde anlatılan kişi gerçek Abdülhamid değil

O dönemdeki Batılılaşma anlayışı için ne düşünüyorsunuz? 

Huntington’ın Medeniyetler Çatışması diye adlandırdığı durumu en ağır yaşayan ülke Türkiye. “Doğulu muyuz Batılı mıyız” tartışması ülkenin bütün enerjisini tüketiyor. Siyasi bir kavga değil bu, rejim kavgası. Abdülhamid’i de Doğulu olma amacına uygun bir sembol olarak ele alıyorlar çünkü tanımıyorlar. Abdülhamid, alaturka sevmeyen, çeviri kitaplar okuyan, Fransızca bilen, piyano çalan, sarayındaki operada La Traviata, Rigoletto izleyen, alaturka saati alafrangaya çeviren, rakı ve bira fabrikaları açılmasına izin veren, pijama ve giysilerini Paris’ten getirten bir kişi. Bir seferinde Paris’ten dört grand piyano getirtmişti çocukları için. Elinde kalan tek silah olarak hilafeti kullanıyor ama demiryolu, telgraf sistemi, eğitim reformu gibi birçok konuya da imza atıyor. İyi ve kötü yönleriyle, hastalıklarıyla, korkularıyla, baskılarıyla karmaşık bir kişilik. Anlamak için uğraşmak lazım. 

Bugün peki? Doğu-Batı karmaşası neden içinden çıkamadığımız bir mesele…

Bu konuyu kendi içimizde halledemiyoruz da ondan. Ülke bu kutuplaşmadan kurtulup “Hem Batılıyız hem Doğuluyuz” diyebilse, bunu bir zenginlik olarak algılayabilse Aristoteles’i okurken İbn Rüşd’ü de ihmal etmese, Beytül Hikme’den feyzalsa her şey kolaylaşacak. Çünkü coğrafyamız ve tarihimiz bunu emrediyor bize. Rumeli beylerbeyi-Anadolu beylerbeyi kavgasının vakti geçti ama ruhumuzda hâlâ devam ediyor. Osmanlı’nın en uzun hükmettiği toprak Anadolu değil Balkanlar’dır. Hanedanın aklı ve gönlü Rumeli’dedir. Rusçuk’tan gelip isyan bastıran Alemdar Mustafa Paşa da Hareket Ordusu da Cumhuriyet kurucuları da Rumeli’den gelmiştir. Ama şu anda ülkeyi yönetenler Anadolulu ve bilinçli bir şekilde Doğu’ya kaymayı hatta Araplaşmayı savunuyorlar. İdolleri Abdülhamid ise doğru dürüst Arapça bile bilmiyor. Onu tahttan düşüren Hâl’ fetvasında Hamid İslam’a zarar vermekle, Kuran’ı yasaklamakla suçlanıyor. Dizilerde anlatılan kişi o değil.