Ankaralı tiyatro seyircisinin her yıl büyük bir heyecanla beklediği Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin 27’ncisi, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz usta sanatçı Genco Erkal anısına düzenleniyor bu yıl. CerModern’de yapılan açılış töreniyle başlayan festivalde; Sırbistan, İran ve Azerbaycan’dan oyunlar ile Ankara, Bilecik, Bursa, Bolu, Diyarbakır, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kayseri, Ordu ve Zonguldak’tan toplam 42 oyun sahne alıyor. Bir kısmı gerçekleşti, bir kısmı hâlâ sürüyor. “Tiyatro Yazımında Kadının Hikayesi”, “Türkiye’de Bir Oyuncunun Çağdaş Fransız Oyun Repertuvarından Bir Rolü Yorumlaması Üzerine…” gibi atölye çalışmalarıyla da desteklenen festivalin bu yılki Onur Ödülü’nün kazananı ise, Orta Oyunu geleneğinin usta ismi Altan Erkekli. Erkekli’nin sahneyi Veysel Diker ile paylaştığı “Ortadaki Oyun” adlı oyunu da festival kapsamında, Keçiören Belediyesi Neşet Ertaş Kültür Merkezi’nde, ücretsiz olarak seyircilerle buluştu. Tam bu noktada şunu da eklemeliyim ki hem Çankaya Belediyesi hem de Keçiören Belediyesi, birçok oyuna ücretsiz seyretme fırsatı sundu festival boyunca.
FADE Sahne, Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi, Keçiören Belediyesi Necip Fazıl Kısakürek Tiyatro Salonu gibi farklı mekanlarda devam eden festival temsillerini hafta boyunca takip ettim ve içlerinden en etkilendiğim oyunu biraz detaylıca anlatmak istiyorum. Festival temsili sonlandı ama belki bir gün başka bir yerde denk gelirseniz kesinlikle kaçırmayın. Asmalı Sahne ekibinin oynadığı “Yalnız Bir Ruh: Hale Asaf” oyunundan bahsediyorum. Fırsatınız varsa en önde izleyin bu oyunu çünkü oyun sahnede değil ön koltuklarda başlıyor. Cumhuriyet döneminin ilk ve en önemli ressam kadınlarından Hale Asaf’ın kısacık ama sanat, aşk ve özlem dolu hayatını anlatan oyun, adeta bir Hale Asaf sergisi gibi düzenlenmiş sahne dekoruyla dikkat çekiyor önce. Sahnede, Hale Asaf denince belki de ilk akla gelen resim olan mavi elbiseli otoportresi, bir zamanlar eşi olan İsmail Hakkı Oygar’ın portresi, paletli otoportresi ve daha pek çok önemli tablosu dururken ve biz seyirciler oyundan önce bu seyirliğin tadını çıkarırken, en öndeki boş koltuğun yanına bir adam geliyor. “Burası boş mu, oturabilir miyim?” diyor. Hiçbirimiz aldırmıyoruz önce ama sonra telaşlı tavırları herkesin dikkatini çekmeye başlıyor. “Biletim yok benim ama Hale’yi görmeye geldim, oturabilir miyim?” diyor yine. Halinde bir tuhaflık olduğunu fark edince dikkatle incelemeye başlıyorum bu garip adamı ve briyantinli, yana taranmış hafif uzun saçları, kahverengi takım elbisesi ve daha açık kahverengi makosenlerini görünce ampul yanıyor kafamda. Oyun çoktan başlamış… Yanımıza oturmak isteyen bu adam, Hale Asaf’ın büyük aşkı, İtalyan yazar Antonio Aniante’den başkası değil.
Hayatını resme adamış bir Cumhuriyet kadını: Hale Asaf
Fikret Adil’in, İstanbul'un kültür-sanat ve eğlence geçmişinin bir dökümünü yaptığı “Asmalımescit 74” eserinin hikayesiyle başlayan oyun, kronolojik olarak Hale Asaf’ın hayatını anlatarak devam ediyor. Erken yaşlarda başlayan resim tutkusu, teyzesi ressam Mihri Müşfik’le olan ilişkisi, 1919’da Roma’ya gidip resim eğitimine başlaması, 1920’de Paris’e gidip Namık İsmail’in öğrencisi olması, ardından Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne geçişi (burada elbette sahneye Fikret Mualla da çıkıyor), Sanayi-i Nefise Mektebi yılları, sanatçı İsmail Hakkı Oygar ile evliliği ve Bursa Necati Bey Kız Sanat Enstitüsü’ndeki öğretmenlik yılları, Paris’e son dönüşü, orada Antonio Aniante’yle yaşadığı büyük aşk, hayat boyu yakasını bırakmayan amansız hastalığı ve ölümü… Hayatının her bir adımı, arka planda kendini hep hissettiren o büyük İstanbul özlemi ve resim tutkusu eşliğinde, Ceren Gül Şahin ve Osman Ataseven’in sıcacık oyunculuklarıyla su gibi akıp gidiyor bir saatlik tek perde oyun boyunca. Hale ölüyor ve resimleri Antonio Aniante tarafından İstanbul’a getiriliyor. Hale ölüyor ama Antonio onu asla unutmuyor. Eserleri kayboluyor, yıllar sonra bulunuyor… Eğer Hale Asaf’la ve kayıp tablolarıyla ilgili daha fazla şey öğrenmek isterseniz en iyi ve en büyük kaynak, sanat tarihçi Burcu Pelvanoğlu’nun Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Hale Asaf-Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası” kitabıdır. Meraklısına tavsiye olsun.
Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi’nde gerçekleşen oyunla ilgili sözlerimi bitirmeden önce şunu da eklemeliyim ki Ankara’da belediyeler tarafından işletilen sahneler gerçekten takdire şayan. Tuvaletlerinden tutun da bekleme bölümlerine kadar her yer tertemiz, salonlar donanımlı. Üstelik Çankaya Belediyesi tarafından desteklenen ve iki aydır okurla buluşan tazecik “Karanfil Dergi”yi de salonlardaki stantlardan alıp ücretsiz olarak okuyabiliyorsunuz. Dergide Zülfü Livaneli’den Haydar Ergülen’e, Yankı Yazgan’dam Murat Meriç’e birbirinden mahir isimlerin Ankara yazıları var. En kısa sürede daha yakından tanıtmak istiyorum sizlere “Karanfil Dergi”yi.
Şu ana kadar festivale denk gelmemiş olanlar ya da hafta sonunu tiyatroyla dopdolu geçirmek isteyenler, son üç günün programına https://ankaratiyatrofestivali.org/festival-programi/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Ankara’da bir Galatasaray Liseli
Şehrin pek çok sahnesinde Tiyatro Festivali devam ederken Ankara Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde de tüm oyunlar kapalı gişe oynamaya devam ediyor. Hele bir tanesi var ki, biletleri için sabahın çok ama çok erken saatlerinde gişe önünde sıraya giriyor Ankaralılar: Evet, “Fındıkkıran”. Özellikle aralık ayında şehirde büyük sükse yapan bu yeni yıl temsilinin bilet coşkusuna bu kez ben de dahil olmak istedim ve sabah erkenden gittim Opera binasının kapısına. Tam da anlattıkları gibiydi atmosfer, saat 9.30’da gişe açıldı, sırada bekleyen 500’den fazla kişi var, heyecan dorukta, ilk sıradaki beyefendi biletini aldı ve alkışlar, alkışlar… Beyefendi biletini gururla havaya kaldırıp kalabalığın içinden geçerek çıkışa doğru giderken dedi ki: “Sabah 4’ten beri buradayım!” İşte böyle bir tiyatro-bale seyircisi potansiyeli var Ankara’nın. Ben de bu güzel anıyı sosyal medya hesabımda paylaşınca, sürpriz bir mesaj aldım. “Ud Çalan Kadınlar” kitabının yazarı Reha Tanör’dendi mesaj: “Galatasaray Lisesi’nde okurken Ankara’ya sömestr tatilinde ancak kuşetli trenle gidebilirdik ama 15 gün boyunca tiyatro, konser ve bale salonlarında önlerde yer alırdık. Hepsi gelişmemize katkı yaptı ama en lezzetlisi Ankara sanat Tiyatrosu’nun oyunlarıydı. Godot’yla orada tanıştım. Sanat ve kültür hayatında İstanbul da sonradan sıçrama yaptı. Galiba İzmir ağır gidiyor…” Mesajı okuyunca, aradığını bulmuş bir Ankara yazarı olmanın heyecanıyla gözlerim parladı ve hemen sordum: “Peki, Galatasaray Lisesi’nde okuyan bir öğrenci olarak anlatır mısınız, o dönem İstanbul ve Ankara kültür-sanat ortamı arasında nasıl farklar vardı?” “Hülya Hanım,” diye anlatmaya başladı Tanör, “60’lı yılların İstanbul’u henüz çok dinli çok dilli kozmopolit kimliğini yitirmemişti. Şehirde kültür, sanat ve eğlence olarak geniş bir performans yelpazesi vardı. Dönemin deli fişek gençleri olarak bizi sinemalar, pavyonlar, gece kulüpleri daha çok ilgilendiriyordu. Sinematek’te sanat filmleri, Yeni Melek’te Brigitte Bardot’lu kordelalar izliyorduk. Geceleri Beyoğlu pavyonlarına takılıyor, Özcan Tekgül’ün, Aysel Tanju’nun danslarını seyrediyorduk. As Kulüp’te arka masalarda oturup ucuz tarifeden bir içkiyle Anadolu türkülerini Batılaştıran Tülay German’a ve ‘Çanakkale içinde vurdular beni’ diye gür sesiyle isyan eden Ruhi Su’ya eşlik ediyorduk. Kız arkadaşı olanlar Kulüp 33’e, Playboy’a takılıyorlardı. Gazinolarda Zeki Müren söylüyordu. Arena Tiyatrosu’nda Aslan Asker Şvayk’ı oynayan Genco Erkal’ı ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda Haldun Taner’in nefis oyunlarını ölümsüzleştiren Zeki Alasya-Metin Akpınar’ı avuçlarımız kızarana kadar alkışlıyorduk. Kış tatilinde Ankara’ya gittiğimizde ise farklı bir tabloyla karşılaşıyorduk. Şehir ‘Memur Şehri’ idi. İstanbul’daki gibi yaygın maddi varlık sahipliği, gelir farklılıkları yoktu. Çoğunluk maaşa bakıyordu. Sanat ve eğlence yaşamı da Pera’nın mirasını yiyen İstanbul kadar zengin değildi. Devlet Tiyatroları ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konserleri şehrin sınırlı sanat repertuarında en fazla rağbet gören etkinliklerdi. Cumhuriyet’in yetiştirdiği ‘aydın kentliler’ buralardaki performansları kaçırmamaya gayret ediyor, biletler satışa çıkar çıkmaz tükeniyordu. Biz İstanbul’dan tatile gelirken ailelerimiz önceden tiyatro-konser biletlerini alırlardı. Bu dar kültür-eğlence hayatında ‘bizim gibi olan insanlar arasında’ ve ailece el ele oturmanın mutluluğunu tadarak, nezih bir ortamda güzel şeyler seyredip dinlemenin keyfini çıkarırdık. Tatil bitince yine trene ya da saat başı sefer yapan Gazanfer Bilge otobüsüne atlayıp ver elini İstanbul. Ud Çalan Kadınlar’da anlattığım gibi çok sesliliğin, çok renkliliğin, kaosun başkenti…”
Ankara Kitap Fuarı’na yakından bakalım
Tiyatro Festivali’nin coşkusuyla geçen bu hafta, Ankara Kitap Fuarı’nın açılmasıyla birlikte Ankaralı kültür-sanat severler için daha da renkli hale geldi. Azerbaycan’ın Onur Konuğu ülke olarak ağırlandığı fuarın bu yılki Onur Yazarı ise, kitapları Kapı Yayınları tarafından yayımlanan Kemal Sayar. 21’incisi düzenlenen ve 8 Aralık’a kadar devam eden fuar, her yıl olduğu gibi bu yıl da yine ATO Congresium’da, her gün saat 10.00 ile 20.00 arasında gerçekleşiyor.
179 katılımcının yer aldığı fuarın ilk günü, her zaman olduğu gibi okul gruplarının yoğun ilgisi altındaydı. Ne çok kalabalık ne de çok sakin diyebileceğim genel yoğunluğun içinde en çok dikkatimi çeken, ellerinde kitapların internet fiyatlarının listesiyle dolaşan ve stantlardaki fiyatlarla karşılaştırma yapıp almaktan vazgeçen genç okurlar oldu. “Bu fiyatları zaten internette de buluyoruz, fuarın ne anlamı kalıyor,” cümleleri çalındı kulağıma ara ara. Ve ne yazık ki ben de memnuniyetten çok memnuniyetsizlikle doldum çünkü dolaştığım stantların çoğunda bulunan görevliler kitaplara ve yazarlara hakim değildi. Sıradan bir kitapçıda gezmekten farksız hissettim kendimi. İstanbul Kitap Fuarı’nda yayınevi standının başında olan ve okurlara kitapları ilk ağızdan anlatan yayıncılarımızı Ankara Kitap Fuarı’nda hiçbir zaman göremiyoruz maalesef. Hal böyle olunca, üstüne bir de fuar alanındaki fiziki yetersizlikler, fuarın yönetimlerce yeterince desteklenmemesi gibi etkenler eklenince, ortaya çıkan manzara okur açısından pek de iç açıcı değil. Yine de genel fuar havası canlı, çünkü Ankara’nın yüksek bir okur potansiyeli var. İlk gün özellikle dikkatimi çeken genç ve çocuk okur sayısındaki üstünlük çok umut verici.
Gelelim kitaplara ve yayınevlerine. Timaş Yayınları standında Elizabeth O’Connor’dan “Balinanın Ölümü”, Domingo Yayınevi standında Maggie O’Farrel’dan “Esma Lennox Nasıl Yok Oldu”, April Yayıncılık standında Adam Fawer’dan “Mobius”, Livera Yayınları standında Tim Parks’tan “Hotel Milano”, Doğan Kitap standında N.G Kabal kitapları, Can Yayınları standında Kawabata’lar ve Jean-Baptiste Del Amo’nun kitapları, Everest Yayınları’nda Şebnem İşigüzel’in “Memoria”sı, Yapı Kredi Yayınları’nda Amin Maalouf ve İş Bankası Kültür Yayınları’nda yayınevinin çağdaş romanlar dizisinin ilgi çektiğini gördüm. Metis ve İletişim Yayınları aynı stantta, bir aradaydı. Bu da aklıma hemen, bazı yayınevlerinin yüksek stant kiraları sebebiyle kolektif davranmak zorunda kalması ve bu yüzden de stantta yeterli çeşitlilikte kitap sergileyememesi sorununu getirdi.
Fuarda olmak, kitapsever yüzlerce insanla aynı anda kitaplara bakmanın tadı elbette çok başka ama Ankara Kitap Fuarı’nın ciddi bir revizyona ihtiyaç duyduğu da sert bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Bu hafta şehrin kültür-sanat manzarası böyleydi. Haftaya hem edebiyat hem de sanatseverleri çok mutlu edecek bir yazıyla yeniden buluşmak üzere…