Seni Bıraktığım Yerdeyim
Ercüment adlı genç adam bilinmez bir nedenle intihar etmiştir. Gazetecilik yapan kız kardeşi Nihan, ağabeyi Timur, enişteleri Salim ve merhumun iş arkadaşı Mustafa, İzmir’den cenazenin defnedileceği köye doğru aynı arabada bir yolculuğa çıkarlar. Yol boyunca bu dörtlü, Ercüment’in neden kendi canına kıydığını anlamaya çalışırken ölüm, hayat ve insanın sıkıntılarıyla mücadele etmesi üzerine sohbetler yaparlar. Nihan intihar etmeden iki gün önce kendisini arayan kardeşini tam dinleyemediği ve onunla daha sık görüşemediği için hepsinden daha hüzünlüdür.
Seni Bıraktığım Yerdeyim bir yol filmi, aynı zamanda da çok yakın birinin intiharının geride kalanlara bıraktığı duygu ve yarattığı düşünceler üzerine bir film. Dört karakter arasında geçen sahneler ağırlıklı olarak yol görüntüleri ve araba içinde ya da mola yerlerinde yapılan diyaloglar üzerinden kurulmuş. Nihan’ın kafa sesleri de bütün sahnelerin içine girip çıkıyor sık sık.
Bu hikaye elbette anlatılamaz bir hikaye değil, ama 85 dakika içinde bu şekilde anlatılması büyük handikaplar getiriyor. Taş gibi bir diyalog yazımı ve anlamlı sessizlikler, sinematografik atmosfer gerekiyor. Çeşitli senaryo sorunlarına rağmen Kabahat adlı ilk filmiyle dikkat çeken yönetmen Ümran Safter’in filmi özellikle de edebi olmaya çalışan ama klişe ve sıkıcı olmuş diyaloglarıyla maalesef hedeflediğinin uzağına düşen bir yapım. Her mola yerinde tek tek hayatın anlamı, ölüm, intihar, acılarla ve zorluklarla başetmek gibi konularda, sosyal medyada dolaşan şiir, kitap alıntıları gibi cümlelerle süslenmiş sıradan sohbetlere bir de Nihan’ın iç sesiyle sunulan ve şairane olması için uğraşılmış fikirleri katılmış. Bu kadar çok içini açan bir karakter olmasına rağmen Nihan’ın acısını hissetmekte seyirci yine de zorlanıyor. Üstelik Nihan’ı tecrübeli ve iyi bir oyuncu olduğundan kimsenin şüphe etmediği Damla Sönmez’in canlandırmasına rağmen…
Seni Bıraktığım Yerdeyim, senarist yönetmenin yakın birini kaybettikten sonra yazdığı uzun bir mektup gibi. Belki roman formatında yazılmış ya da 20 dakikalık bir kısa film olarak tasarlansaymış çok daha fazla tatmin edici olabilirdi. Ama Franz Schubert’in Piyano Sonatı’nı sık sık bu diyalogların arasına yerleştirmek o melankoliyi, hayattan vazgeçmenin hüznünü, arkasında kalanların bu hareketi anlama çabasını seyircinin de hissetmesini sağlayamıyor pek.
Sevgili Katilim Berlin
2006 yılında izlediğimiz Kısık Ateşte 15 Dakika geniş kadrolu ilginç konulu ve iyi çekilmiş diyebileceğimiz hınzır bir filmdi. Yönetmeni Neco Çelik, yıllar sonra Almanya’da çektiği bir filmle tekrar Türk izleyicisi karşısında…
Sevgili Katilim Berlin, annesini kaybetmenin ve üstüne de işinden kovulmasının verdiği bir mutsuzluk ve boşluk duygusu yüzünden intihar etmeyi deneyen Jacky adlı genç bir kadını tanıtıyor bize. Pandeminin en zor zamanlarının da verdiği bir karamsarlık da arka planda ona eşlik etmekte. Ancak Jacky kendisini öldürmekte zorlanıyor ve annesinin bir arkadaşının tavsiyesiyle Madam Bora adlı karanlık bir kadından kendisini öldürmesi için bir kiralık katil tutuyor. Madam Bora’nın görevlendirdiği usta kiralık katil de; Hasan diye birinin genç yeğeni Cello’yu yanına çırak olarak almıştır. Ancak Cello henüz ilk cinayetini işleyememiş, katil olamamış saf bir delikanlıdır. Madam Bora’nın yerinde aynı gün Jacky’le tanışır. İki genç tam o anda birbirlerine aşık olurlar. Jacky yaptığı anlaşmayı durdurmak ister ama tetikçi eski kafalı bir adamdır, yaptığı anlaşmadan hiçbir zaman geri dönmüyordur. Cello da Jacky’i öldürecek tetikçilerden biri olduğunu en başta genç kadına söyleyemez…
Neco Çelik ünlü Fransız yazar Jules Verne’nin az bilinen eserlerinden biri olan Çin’de Bir Çinli’nin Başına Gelenler adlı romanından esinlendiği ve aslında benzerleri de sinemada çok anlatılmış bir hikayeyi dinamik bir kurgu, hızlı müzikler ve stilize bir tavırla anlatmaya soyunmuş. Ancak senaryo konusunda o kadar gedikler var ki, insan filme bir türlü bağlanamıyor tam olarak. Ana karakterler Jacky ve Cello’yu yeterince tanıyamıyoruz çünkü tek boyutlu olarak yazılmışlar. Jacky sık sık kendisinden bahsediyor ve onun edebi cümlelerle yaptığı anlatımı da kendisini anlamamıza bir türlü yeterli olmuyor. Cello’yu da vicdanlı bir genç olması dışında hiç tanımıyoruz. İkisinin bir anda birbirlerine aşık olduğuna da ikna olmamız güç. Birbirlerini görür görmez saniyesinde aşık oluyorlar çünkü. Eğer melankolik ve modern bir masalsılık yaratılmak istenmişse de bunun için bazı başka tercihlerin devreye sokulması gerekirmiş. Bu noktadan sonra ikilinin, içinde şiddet ve biraz da mizahın olacağı Tarantinoesk bir mücadele başlatacağını düşünürken maalesef ikna edici olayların yaşanmadığı bir şekilde ilerlenip finale ulaşılıyor.
Filmin hikayesi Metin Erksan’ın bile ta 1977 yılında çektiği (Sensiz Yaşayamam), pek çok kez anlatılmış bir hikaye aslında. Yapılması gereken renkli ve seyirciyle iletişim kurabilen karakterler yaratmak, eğlenceli ve seyre değer sahnelerle mümkünse tahmin edilmesi zor bir sürpriz gelişmeyle birlikte zirveye taşıyıp katarsise ulaşmak. Ama maalesef Sevgili Katilim Berlin estetik olarak belli oranda tatmin edici bir sinema duygusu verse de senaryosuyla seyirciyi doyuramayan bir film olmuş.