26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
Haber Giriş: 28.06.2022 12:54 | Son Güncelleme: 28.06.2022 13:55

Culture Next 2022 Konferansı 2. Oturum: Hayalet Modu

TBWA, Ipsos ve Oksijen’le birlikte hayata geçirdiği Culture NEXT 2022 Kültürel Değişim Konferansı, 21 Haziran 2022’de Uniq’te gerçekleşti. Konferansın 2. Oturumunda Oksijen yazarı M. Serdar Kuzuloğlu ve teknoloji yazarı Ahmet Usta, hayalet modunu ele aldı
Culture Next 2022 Konferansı 2. Oturum: Hayalet Modu

M. Serdar Kuzuloğlu: Kıymetli meslektaşım Ahmet Usta’yla bize ayrılan 25 dakika boyunca biraz önce istatistiki ayrıntılarına şahit olduğunuz mahremiyet meselesinden söz edeceğiz. İlginç zamanlardan geçiyoruz. Dilimize pelesenk olan bazı kavramlar var. Burada 5 önemli başlığı özetlemeye çalışıyoruz ve bu çok andığımız kavramlar esasında yokluğunu, yoksunluğunu hissettiğimiz şeyleri de temsil ediyor bizim için. Ne ironiktir, sürdürülebilirliği konuşuyoruz başka bir alternatifimiz varmışçasına...

Sürdürülemezliği konuşmak zaten kendi içinde bir oksimoron. Veya döngüsel ekonomiden bahsediyoruz sanki alternatifi varmışçasına... Biraz önce Elif Hanım’ın da panelinde değindiği gibi, bazı alternatifi olmayan kavramlar var. Bazen onları isimlendirmemiz onları tanımlıyor. Mahremiyet de bunlardan biri. Belki yakın zamana kadar ev sınırlarımızla ilişkilendirdiğimiz bir kavramdı. Bugün mahremiyet dediğimizde esasında daha çok elektronik hayatlarımızdan söz eder hale geldik. Mahremiyet dediğimizde evimizin sınırlarıyla özetlemiyoruz artık durumu. Evlerimizin sıkı sıkıya perdeleri kapalı fakat evlerimizin içine dair her şey Instagram albümlerimizde kayıtlı.

Ben bu bahsi geçen sosyal ağların hepsinin Silikon Vadisi’ndeki kampüslerine gittim. On binlerce kişi çalışıyor. Üstelik dünyanın en seçkin mühendislerinin en yüksek maaşlarla çalıştığı, metrekare bazında en pahalı toprakların olduğu, insanların hektarlarca kampüslerde bedava yiyip içerek çalıştığı bir düzen. Yani korkunç yüksek bir insan, yatırım ve operasyon maliyeti. Bugün bir blog açın mesela, onu yürütmeye çalışın. Alan adı satın alın, onun maliyetlerine bakın. Bu kadar maliyetli hizmetleri biz milyarlarca kullanıcı bedava kullanırken bunun üstüne mahremiyet istemek densizlik mi? Yoksa temel hakkımız mı?

M. Serdar Kuzuloğlu

Ahmet Usta: Aslında Serdar olay biraz veriyle başladı, biliyorsun. Veri temelde bilginin ham parçacığı olarak nitelendiriliyor ve kendi başına anlamsız bir şey. Buna ne, neden, nerede, ne zaman, nasıl, kim sorularını sorduğun zaman bilgiye dönüşüyor. İnternetin ortaya çıkması ve Web 1.0, Web 2.0 dönemi içinde biz bu verileri platformlar ve servislerle paylaşmaya başladığımız zaman bir yanılgıya kapıldık. Dedik ki şifremiz bizim elimizdeyse, e-posta kutumuza başkası erişemiyorsa o zaman biz bu veriyi kontrol edebiliyoruz.

Bu bir yanılsamaydı. Şirketler de bize verdikleri servisler üzerinden bu verileri kullanarak aslında bizim ne aradığımız ya da neye ilgi gösterdiğimizin sonuçlarına ulaşarak belli bir ücret karşılığında satıp bundan kar etmeye başladılar. Ancak zaman içerisinde çok ilginç bir şey oldu. Teknolojinin gelişim hızıyla beraber veri sadece ne aradığımızla ya da neyle ilgilendiğimizle alakadar olmanın ötesine geçip bizim ne arayacağımıza ya da neyle ilgileneceğimize karar verme cüretini göstermeye başladı. Bunun da biraz önce ifade edilen Facebook’un Cambridge Analytica skandalı gibi olaylarla ortaya çıkmasıyla kullanıcılar da ‘Biz ücretsiz bir hizmet alıyorsak bedelini bir şeyle ödememiz lazım, belli bir noktaya kadar buna razı gelebiliriz’ dedi. Ama belli bir noktadan sonra konu farklı bir yere gitmeye başlayınca o zaman insanlar da haklı olarak birilerinin buna dur demesi lazım dedi. Ama kim diyecek, nasıl diyecek, ona belki biraz kafa yormak gerek.

S.K.: Karşımızda bir terazi var. Bir kefesinde hizmet var, bir kefesinde mahremiyet. Bazen yüksek hizmet beklentimizle mahremiyet konusundaki beklentimizi düşürüyoruz. Bazen mahremiyet konusunda hassaslaşıp yüksek hizmet beklentimizi düşürmemiz isteniyor. İşin öte tarafına baktığınızda TBWA’e müşteri gelip diyor ki, ‘Kardeşim benim 500 bin dolar bütçem var, dolayısıyla bunu çok iyi kullanmanız lazım'. Bu çok hassaslaştığımız değerler üzerinde veri temel bir yapı taşı. Bunun dengesi nerede? Ortak noktayı nerede bulacağız? Sen mahremiyet istiyorsun. O adamın 500 bin dolar bütçesi var, çarçur etmemek istiyor. Bir yandan da platformların ayakta durması lazım. Orta nokta ne olacak?

A.U.: Soru orta noktanın ne olacağından ziyade buna kimin karar vereceği. Çünkü gördüğümüz şey kullanıcıların erdemli bir tercih yaparak verisini gizlemede ya da alacağı hizmetlerden ödün vererek mahremiyet konusunda tercih yapmada oldukça zayıf kaldığı. Tartışma da buradan çıkıyor. O halde biri bunu yönetmeyi ve idare etmeyi kendine vazife addediyor. Devletlerin burada devreye girdiğini görüyoruz. Ülkemizdeki adıyla Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, Avrupa’da GDPR, Amerika’da farklı yaklaşımlar var... Şirketlere diyorlar ki ‘Sen bu verileri alabilirsin, ama bunları kullanıcıları manipüle etmek için kullanamazsın’ ya da ‘Bunları aldığın platformun dışına taşımak, kullanıcıdan aldığın izinleri çiğnemek için kullanamazsın’.

Ahmet Usta

Diğer yandan şöyle bir tezat var. Devletler mahremiyeti savunuyormuş gibi görünüyorlar ama bu da tartışılır. Çünkü devletler bir yandan da kendi imkanları ve kaynaklarıyla toplayamayacakları kadar veri ve kaynağa farklı şekillerde farklı amaçlarla toplayan şirketler üzerinden erişmek de istiyorlar. Yani dönüp şirketlere diyorlar ki ‘Sen benim mahremiyet politikalarıyla koruduğum içerikleri bana ver’. Apple’ın da FBI’la yaşadığı böyle bir olay var. FBI bir telefonun açılmasını talep etti. Hatta bütün telefonların arkasına bir arka kapı kilidi konulmasını istedi. 

S.K.: İzleyicilerimiz için hatırlatalım. San Bernardino şehrinde bir terör saldırısı olmuştu ve saldırıyı gerçekleştiren kişinin telefonu sağlam kalmıştı canlı bomba hadisesinden sonra. FBI telefonun açılmasını istemişti. Sonrasını anlat Ahmet.

A.U.: Sonrasında Apple bunu açmadı. FBI da başka bir şirketle çalışarak telefonu açtırdı.

S.K.: NSO bu şirket bu arada. FBI geçtiğimiz günlerde iflasını isteyen, devletlere istihbarat bilgileri sattığı için eleştiri oklarının hedefi olan şirketten bu hizmeti aldı.

A.U.: Biraz önce söylediğin gibi dengeyi bulmak kullanıcıların belki bir arzusu. Ama aslında burada hesaba katmadığımız çok daha büyük aktörlerin birtakım faaliyetlerde bulunduğunu görüyoruz. Devlet bunun bir tarafında. Diğer tarafında işletmeler var. Onlar da kendi yaklaşımlarıyla kullanıcı sadakatini ya da memnuniyetini güderek bu noktada adımlar atabiliyorlar. Dün bu konuşma için hazırlık yaparken ilginç bir veriyle karşılaştım. Apple, iPhone'lar üzerinde bir uygulamanın kullanıcının davranışlarını takip etmesiyle alakalı bir tercih seçeneği sunmaya başladı. ‘Bu uygulama seni takip etsin mi etmesin mi’ şeklinde. Bugüne kadar bu seçeneğin sunulduğu kullanıcıların yüzde 80’i hayır etmesin demiş. Kendimizi güvende hissediyoruz. Apple bize bir güvence verdi ve gizliliğimizi koruyor diyoruz. Ama bunun hiç beklenmedik bir çıktısı olmuş. Online platformlarda ya da lokal bölgelerde satış yapan küçük işletmelerin gelirlerinde yüzde 60 oranında düşüş yaşanmış sadece bu sebepten dolayı.

S.K.: Ve bundan en çok yara alan Facebook. Zararı 18 milyar dolar. Demek ki çok büyük bir kıymetten bahsediyoruz. Peki Ahmet, şimdi ben 90’ların başından beri internet kullanıyorum. Teknolojiye yatkın olmak, cihaz sahibi olmak gibi bazı ön şartlara sahipti o zamanlar internet kullanımı. Biraz el yordamıyla ilerleniyordu. Bütün ütopyalara meyilli, birazcık gözü kulağı açık bir platformdu. Bugün internet dediğimiz şeyle neredeyse hiç alakası yoktu. Sonrasında bugünkü kitleselliğe bizi getiren sürekli adlarını andığımız platformlar oldu esasında. Yani belki Facebook olmasaydı bu kadar insanın internette varlığı söz konusu olmayacaktı. Örnekleri uzatmak mümkün.

Bu aracılığın da demin bahsettiğimiz gibi bir bedeli, bir faturası var. İnternetin ütopyasında vaadi aracıları ortadan kaldırmaktı. Mesela artık gazetelere, televizyonlara ihtiyaç yok, herkes kendi fikrini derdini tasasını gelişmesini kendi aktaracak şeklinde. Hatta bazı markalar basın bülteni aktarmayı durdurmuştu. Buna ilk karar veren marka olarak Coca-Cola aklımda. Bizim basın blog’umuz var, girin oradan bakın, artık basın bülteni yayımlamayacağız demişlerdi. Aracısızlaşmaya yönelik bir sürü çaba vardı.

Ama bugün şunu görüyoruz: Evet, aracı sayımız daha az ama aracılara daha fazla muhtacız. Bugün Google’ın arama sonuçlarından çıkardığı birinin internette var olma gibi bir ihtimali yok. Facebook’un yayınlamayı reddettiği bazı linkler var. Instagram bağlantı paylaşmanıza bile izin vermiyor. Hatta öyle ki çok kudretli bir ülkenin başkanı olman dahi Twitter’da serbestçe var olmanı garantileyemiyor. Dolayısıyla aracılar hayatımızda hiç olmadığı kadar etkin. Bunun mahremiyete yansıması nasıl olacak? Mahremiyet bugün çok daha az sayıda firmanın, yöneticinin dudaklarının arasında. Buna ne dersin? 

A.U.: David Edgerton adlı bir yazarın TheShock of theOld (Eskinin Şoku) isimli bir kitabı var. Burada teknolojinin de bir tanımını yapmamız lazım. Ben şöyle tanımlıyorum: Teknoloji birim zamanda yapabildiğimiz işlerin sayısını arttıran ya da kalitesini yükselten yeniliklerin tamamı. Edgerton diyor ki ‘Teknoloji ortaya çıktığı zaman çok büyük bir heyecan yaratır belli bir kesim için, çünkü bu teknolojinin insanlığın geleceğinde onları götüreceği yer konusunda fikirler ortaya çıkar. Bu fikirler zaman içinde olgunlaşır ve belli bir yere doğru yönelir, ama’ diyor, ‘kimsenin önceden görmediği ve fark etmediği şudur ki, genellikle bu heyecan hiç beklenmedik sonuçlar verir’.

Bununla da alakalı güzel bir örnek veriyor. 11. yüzyılın başında Britanya adasını Vikingler işgal ettiğinde vergi toplamayla alakalı sorun yaşıyorlar. Bu vergiyi toplamak için bugünkü muhasebe defterlerine benzeyen çubuklar hazırlıyorlar. Çubukların üzerinde vergi meblağları yazılı. Vergi memurları da çubukla belirlenen ücretle dönmediğinde cezalandırılıyorlar. Böylelikle vergi toplamakla alakalı sorunu çözmüşler. İngiltere’de, özellikle Londra’da bu çubuklar Viking işgalinden kurtulduktan sonra farklı finansal amaçlar için kullanılmaya başlanmış. Öncelikle saray daha hızlı nakit elde edebilmek için çubukları değerinin altında tüccarlara satmaya başlamış. Sonra tüccarlar da kendi aralarında vadeli çekler gibi bu çubuklarla ödeme yapmaya başlamış. Sonra çubukları biten bir tüccar benim çubuğum yok da inekle ödeme yapsam ne olur demiş. Ona senin ineğinin ederi borcunun altında demişler, ama benim ineğim doğum yapacak gebe deyince tamam demişler. Böylelikle vadeli işlemler borsası keşfedilmiş ve çubuklar aslında sarayın kazancını toplamak için kullanılırken bugün Londra’nın ve İngiltere’nin dünyanın en önemli finans merkezlerinden biri olmasını sağlayan araçlardan biri olmuş.

Ama David Edgerton’ın hikayesi burada bitmiyor. 17. yüzyılda çubukların nasıl kullanılacağına dair son bilgiye sahip olan insanlar da ölüyor ve çubukları kullanmayı bırakıyorlar. Çubuklardan kurtulmak için onları parlamento binasının kazan dairesinde yakmaya karar veriyorlar. 16 Ekim 1834 günü yanlışlıkla parlamento binasını yakıyorlar Londra’nın önemli bir kısmıyla birlikte. Şimdi bu internet de hayatımıza aracıları azaltabilecek bir mecra olarak girdi. İnsanların bilgiye daha demokratik bir şekilde erişebileceği, daha özgür ve çoğulcu bir şekilde fikirlerini dile getirebileceği bir platform olarak tasarlandı belki. Ama aradan geçen zaman zarfında teknoloji şirketleri ilaç endüstrisi gibi kullandıkları teknolojinin ve verdikleri hizmetlerin sonuçlarına dair araştırma yapabilecek ve veri toplayabilecek zamana sahip olmaksızın, akıllarına gelen her türlü ürünü üretmek ve bizlere sunmak için kullandılar.

Dolayısıyla bugün yaşadığımız mahremiyet sorunu ister istemez David Edgerton’ın da çubuklar konusunda ifade ettiği gibi başlangıçta planlanmamıştı. Belki de işletmelerin şirketlerin hiçbir zaman böyle hedefleri olmamasına rağmen bu şekilde kucağımıza getirildi ve böyle konuldu. 

S.K.: Hepimizin ortak bir paydasından söz edip sonra bizden önce de biraz anılan Web 3.0’a geçmek istiyorum. Bu çağ görünürlük çağı. Sosyolog Tayfun Atay Hoca’mız meşhuriyet çağı olarak adlandırıyor. Bu meşhuriyet çağında hepimiz görünür olma arzusundayız. Bir yandan mahremiyet konusunda biraz önceki araştırmayla da desteklendiği üzere ilginç bir hassasiyete sahibiz. Nasıl mümkün olacak bu, nasıl yorumluyorsun?

A.U.: Kocaman bir illüzyondan ibaret olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle mümkün değil. Bugün bize Web 3.0 teknolojisinin bunu mümkün kılabileceği söyleniyor. Her yerde blockchain teknolojisinin ne kadar merkeziyetsiz olduğu söyleniyor. Ama bu bir illüzyondan ibaret. Evet bir Bitcoin cüzdanı indirip kurduğunuzda bir publicprivatekey içerisinde anonim bir hesap açmanız mümkün. Ama her şeyden önce o uygulamayı indirirken geleneksel internet teknolojisinin altyapısıyla bir yere bağlanıyorsunuz ve bir IP iletişimi gerçekleşiyor. Burada kimliğiniz belli.

Bunu geçtik, bu dünyanın içerisine girdiğinizde etkileşime geçeceğiniz servisler sizden kimliğinizin önlü arkalı bir fotoğrafını ya da kimlikle çekilmiş bir selfie’yi istiyorlar. Devletler doğrulanmamış cüzdan servislerinin ya da hizmetlerinin verilememesine yönelik düzenlemeler yapmaya gidiyorlar. Başından beri konuştuğumuz şey bence mümkün olmayan bir şey. Hem ücretsiz hizmetlere erişeceğiz hem mahremiyeti isteyeceğiz bir yandan da bize mahremiyet sunduğunu iddia eden teknolojileri kullanırken buna dair bir güvenimiz olacak.

Bu mümkün değil. Tam aksine çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Kimse farkında değil ama bugün insanların bu beklentisi ve algısı için onların sanal karakterler yaratabileceği metaverse diye bir ortam dizayn ediliyor. Orada yeni bir özgürlük alanının açılacağı, dijital mülkiyet hakkının da blockchain tabanlı teknolojilerle aktarılacağı söyleniyor. Blockchain öyle bir teknoloji ki kaydettiğiniz hiçbir şey silinemez ve değiştirilemez. Bugün belki Facebook’tan ayrılmak ya da Google’da unutulmak hakkınızı kullanmak istediğinizde bu mümkün. Ama blockchain bunu imkansız hale getiriyor.

Baktılar ki bu gidişat gidişat değil, bunu yönetmek de imkansız, o yüzden işin dekorunu, ışıklarını biraz değiştirip bize başka bir şey sunmaya çalışmaya başladılar. Ben biraz daha karamsar taraftayım, çok olası olmadığını düşünüyorum mahremiyetin. Bugün hayalet modu diye ifade edilen, bizi kameralara karşı koruduğu söylenen giysiler ya da yüzükler oldukça kolpa bir teknoloji. Gerçekten mahremiyet istiyorsak, mutlak mahremiyeti istiyorsak tümüyle teknolojiyi bırakmamız gerekiyor. Bu da imkansız. Bugün büyük şehirlerde yaşarken otobüse biniyorsunuz, akıllı kartınızı okutuyorsunuz, cep telefonlarının içerisine her şey entegre edildi. Ödemeler temassız yapılıyor, pandeminin getirdiği süreçler var... Toplantılar artık online hale geldi. Teknolojiyi hayatınızdan çıkartmak mümkün değil. O yüzden mahremiyeti yönetmek de pek mümkün gelmiyor bana.

S.K.: Büyük oranda katılıyorum. Sizin bazı alanların dışına çıkmanız sizi yaşamın dışına da savuruyor. Mesela ben 2 seneyi aşkın bir süredir WhatsApp kullanmıyorum. Kurye gelirken konum atsana WhatsApp’tan abi diyor, WhatsApp yok diyorum, bir South Park sessizliği oluyor. Bu nasıl bir adam diye gözünde canlandırmaya çalışıyor. Gerçekten dışında kalmanın çok zorlaştığı bir dönemdeyiz. Kapanırken de son söz olarak şunu söylemek isterim: Mahremiyet kavramına yönelik tartışmada en zor şey soyut bir tarafı olması... Yani bu salonda şu an kaç kişiysek o sayıda mahremiyet tanımı çıkacaktır. Dolayısıyla beklentilerimizde de ortak payda bulmamız çok mümkün olmuyor.

Örneğin bugün mahremiyet anlayışımıza yönelik şunu değerlendirmemiz gerekiyor: ABD’nin anlayışı ile Avrupa’nınki arasında dağlar kadar fark var ve Avrupa bu konuda en hassas bölgelerden biri. Çünkü Avrupa, Nazi Almanya’sı döneminde, Sovyet rejimi döneminde yoğun bir fişleme faaliyeti ve bu fişlemenin kuşaklar boyunca onların canına kastedecek kadar şiddetli deneyimlerini yaşamış bir coğrafya olarak bunun nereye gidebileceğini gördü.

Bugün hiçbir devletin tarihte hiçbir şekilde hayal edemeyeceği veriye şirketler sahip. Bu şirketler az önce gördüğünüz aracılar üzerinden 30-35 dolara hepimizin oyun alanına çevirmiş durumda. Bugün Deepfake gibi sahte video üretme teknolojileriyle hepimizin verisi başka bir gerçekliğin içerisinde tezahür edebiliyor. Belki yarın öbür gün bu videodaki kişi ben değilim şeklinde derdimizi anlatmaya çalışacağız hepimiz. Dolayısıyla dün mahremiyet önemliydi, bugün çok daha önemli, yarın çok daha fazla önemli olacak. 

Yekta Kopan: Ne olacak şimdi, neler konuşacağız Toygun?

Toygun Yılmazer: Şimdi cinsiyet kurallarının reddi ağırlıklı bir oturum var.

Y.K.: Nasıl araştırma sonuçları?

Yasemin Özen Gürelli: Güzel, gelişme var. İçinde bulunduğumuz kültürün kodlarına bakarak değerlendirdiğimiz zaman göstereceğimiz oranlar güzel.

Y.K.: Bakalım neler olacak, sahne sizin.

T.Y.: Bu konu 5 konu arasında bizim en çok üzerinde çalıştığımız konuydu. Rapora koyduğumuz her sayfayı biraz sonra oturumda da izleyeceğiniz Zeynep Miraç ve Itır Erhart’la da değerlendirdik. En hassas konu bu. Doğumla beraber bize atanmış cinsiyetlerin ötesinde bir toplumsal cinsiyet anlayışı var. Her toplumun bir cinsiyetten beklediği kurallar, kültürden kültüre bir şekilde aktarılmış bu tip kurallar var. Bunların çok farkında olmayabiliyoruz. Bunlar tarihte de çok değişebiliyor. Pembe renk kadınların, mavi renk erkeklerin konusu çok geçmişe gittiğimizde tam tersine dönebiliyor. O yüzden coğrafyaya, tarihe göre çok da değişiklik gösteren konular.

Burada dert ettiğimiz şey bu kuralların bireysel özgürlüğü kısıtlaması. Kadınlar çalışamaz, futbol oynamaz, iyi araba kullanamaz, teknolojiden anlamaz gibi yargılar bir engelleme ve kısıtlama haline geliyor. Kadınlarla başladık çünkü hep başlangıç noktası kadınlar oluyor. Daha sonra erkeklere geçiliyor. Esasında erkeklerle ilgili de birçok kural var. Kadınlarda bu kurallar genellikle yapamaz, edemez şeklindeyken erkeklerde yapmalıdır, etmelidir şeklinde oluyor. Yine de erkekler ağlamaz, çocuk bakmaz, uzun saçlı olmaz, dans etmez gibi kuralları siz de biliyorsunuz.

Oksijen’de geçen haftalarda Basmakalıp diye bir oyundan bahsedildiğini gördük. SEY Vakfı yapmış. Çocukların bu şekildeki kalıplarını kırmaya yönelik. Erkekler bale yapmamalıdır, kızlar kodlama yapamaz gibi kodları kırmaya yönelik bir oyun yapmış. Bunun gibi pek çok örnek var çevremizde. Bu konu reklamcılığı da etkileyen konulardan biri. Nestlé’nin çikolatalarından biri Yorkie. Çok uzun süre ‘It’s not forgirls’ şeklinde pazarlanmış bir çikolata. Faha kalın, daha doyurucu olduğu için erkeklere özel bir çikolata olduğu şeklinde pazarlanıyor 2000’lerde bile. Reklamlarında kamyon şoförlerini oynatmışlar. Cinsiyet kurallarını tekrar tekrar üreten sloganlarla pazarlanmış.

Şu an büyük bir değişim içerisindeyiz. Reklam sektörü de öyle. İngiltere’de 2021 yılında cinsiyetçi reklamlara yasak geldi. Herkes büyük bir farkındalık içerisinde. Toplumda da bu konuda bir hassasiyet oluşmuş durumda. Özellikle genç jenerasyonda bu konudaki hassasiyet daha da yükseldi. Çeşitli markalar da bununla ilgili çalışmalar yapıyor. Lego’dan, Barbie’den yeni uygulamalar görüyoruz. Eskiden kızlar için, erkekler için diye oyuncaklar ayrılırken şimdi ilgi alanlarına göre ayrılıyor. Bu da tartıştığımız konulardan biri oldu.

Bugüne kadar bu cinsiyetçi konuları çok üreten ve bunlara uyan markalar çok eleştirilere maruz kalıyor. Ancak bu olumlu uygulamalar ve örneklerin çoğalmasını yine de değerli buluyoruz. FIFA Katar’daki Dünya Kupası’nda daha fazla kadın hakemi görevlendirecek. Ünlüler bize yeni örnekler sunuyor. Harry Styles, Dennis Rodman gibi ünlüler erkeklik kalıplarını sorgulayan giyim tarzları sunuyor. Babalık izni İskandinav ülkelerinde yaygınken Asya’ya da taşındı. Ülkemizde de böyle bir konu var. Erkekler de çocuk bakımında eşit rol oynar şeklinde uygulamalar var. Belediyenin de kadın şoför sayısını arttırmaya yönelik çalışmaları var. Yani kısacası toplumun her kesiminde bireyler, markalar, şirketler, belediye, hükümet bu konuda adımlar atabiliyor. İnsanlarda durum ne bu atılan adımlardan sonra?

Y.Ö.G.: Türkiye’de durum ne diye baktığımızda, bahsettiğimiz diğer trendlerden katılım olarak düşük olduğunu düşünecek olsanız da insanların yüzde 67’si, aşağı yukarı yüzde 70’lik bir kısmı toplumsal cinsiyet kurallarını sorguladığını söylüyor. Kadınlar bunu yapmalı ya da erkekler bunu yapmamalı gibi kalıplara sıkışarak yaşamaya başlıyoruz diyenlerin oranı yüzde 67. Hiç de azımsanacak bir oran değil. Bunu değerlendirirken lütfen geçmişinizi, içinde bulunduğunuz kültürü, o kültürün DNA’sını düşünün. Şu an için yüzde 80’lik 90’lık bir oran beklemiyorduk.

O yüzden yüzde 67 bile bizim için bir gelişim alanı diyebiliriz. Peki ne tür yargılar var diye baktığımızda toplumda şunu görüyoruz: Aile reisi erkektir, çocuk bakımı annenin işidir, kadınlar kariyer yapmak yerine iyi bir eş ya da anne olmaya çalışmalıdır gibi kadınların aleyhine erkeklerin lehine olan konuların toplumda aslında son 2 senedir düşen bir trend içinde olması da bizi bu anlamda mutlu ediyor.

Peki kadın ve erkek arasındaki eşitliği sağlamakta en büyük engel ne diye bakıldığında kadın erkek eşitliği için bir yasal düzenlemenin olmaması, yasaların yeterince uygulanmaması, siyasetçilerin öncelik vermemesi ve medyanın ayrıştırıcı bir dil kullanması öne sürülüyor. Ama en büyük neden bakıldığında bizleriz. Bireylerde temel olarak bir sıkıntı var. Yani önyargılarımız. Bizler kişisel olarak o yargıları yıkmadığımız sürece hangi şapkanın altına girersek girelim o engelleri tekrar oluşturuyor olacağız.

T.Y.: Bu yargıları nasıl aşacağız? Kalıp veya kural dediğimizde aramıza bir mesafe koyuyoruz ama cinsiyet yargıları dediğimizde kendimizi de işin içine katmış oluyoruz. Bizde de oluşan yargılar var ve bunları nasıl aşabiliriz diye düşünmeye başlıyoruz. Onun için ilk adım bunların yargı olduğunu kabul etmekten geçiyor. İkinci konu bunu sadece cinsiyet eşitliği meselesi olarak görmemek. Bunun ötesinde temelde özgürlük konusu, bireysel özgürlüğe sahip olma konusu. Böyle bakıldığında kadın erkek çatışmasından çıkıp insan olmakla alakalı bir konu haline geliyor. Her insanın eşit haklara sahip olmasına yönelik bir konu oluyor. Bu konuda düşünen, tartışan iki konuşmacıyla devam ediyor olacağız. Oksijen yazarı Zeynep Miraç ve üniversitede bu konuda ders veren Prof. Dr. Itır Erhart daha derinlemesine tartışıyor olacaklar.