The Economist’in Temmuz 2011 tarihli “Gazeteyi yeniden icat etmek” başlıklı makalesinin ilk paragrafı aşağı yukarı şöyledir:
“3 Eylül 1833’te New York sokaklarında farklı, yeni bir gazete ilk kez satışa sunulmuştu. The Sun’ın sayfalarında birkaç suç haberi ve sıradan insanların ilgisini çekebilecek insan hikayeleri yer alıyordu. Gazetenin sahibi Benjamin Day, The Sun’ın fiyatını rakiplerinin altıda birinde tutmuştu: Sadece 1 peni. Günlük satışı 4.500 olan Courier and Enquirer o günlerde New York ve tüm ABD’nin en popüler gazetesiydi. 1 penilik The Sun’ın hedef kitlesi ise gazete alma alışkanlığı olmayan kişilerdi. The Sun iki yıl içinde günde 15 binlik satış rakamına ulaştı. Bu başarı gazete endüstrisinin yeni iş modeli olarak tarihe geçecekti. The Sun’ın yarattığı iş modeline göre, “Düşük fiyatlı bir gazete daha büyük okur kitlesine ulaşarak reklamverenlerin dikkatini çeker. Gazete reklam geliriyle giderlerini karşılar, hatta kar eder. Okur daha ucuza haber alır, reklamveren daha büyük kitlelere ulaşır, gazete bu modelle daha profesyonel kadrolar kurup içeriğini zenginleştirir, satışını daha da artırır.”
***
The Economist’in basitçe tarif ettiği model neredeyse 170 yıl tıkır tıkır işledi. Türkiye’de de 1950’lerin sonundan 2000’lerin başına kadar… Ekonomilerin canlı olduğu dönemlerde gazetelerin reklam gelirleri toplam gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturuyordu.
Ta ki internetin elektrik, su, sabit telefon gibi hanehalkının rahatça ulaşabileceği bir hizmet haline gelmesi ve Google’ın kuruluşuna kadar. Kapitalizmin “yaratıcı yıkımı” bir kez daha çalışmıştı. Düşük satış fiyatıyla geniş kesimlere erişerek çok önemli bir reklam mecrası olan gazeteler, çok daha geniş kitlelere ücretsiz ulaşan internet tarafından ölümle tehdit ediliyordu. Yeni dünyanın kurallarını belirleyen Google, tek bir yayını, tek bir muhabiri olmadan dünyanın en büyük reklam mecrası haline gelmişti.
Gazete endüstrisinin tek çıkış yolu vardı: Zamana ayak uydurmak. Hemen internet siteleri kuruldu, ardından mobil cihazlara uyum sağlandı. Yeni kadroların masrafları dijital reklam gelirlerinden karşılanacaktı. Ama plan tutmadı. Basılı gazete reklam gelirlerindeki düşüş hızı, dijital taraftan sağlanan gelirlerin artış hızının çok çok üzerindeydi. İnternette her türlü zevke, meraka hitap eden milyarlarca sayfa Google’a yazılan tek kelimeyle anında okurun önüne gelirken, gazeteler dar bir alana sıkışmıştı. New York Üniversitesi öğretim üyelerinden medya gurusu Clay Shirky bu sıkışmışlığı “İnsanlar gazeteciliği, her gazetecinin bir sonraki Watergate üzerinde çalıştığı bir iş olarak düşünmek istiyor” diye tarif ediyordu. Ve böyle düşünen insanlar müzikten yemek tarifine, bulmacadan son magazin dedikodularına kadar her şeyi internetten takip ediyordu.
Gazete endüstrisi buna da bir çare düşündü: İnternetteki içeriğe ulaşımın ücretli olması. Öncü her zamanki gibi Rupert Murdoch oldu. Ücretli abonelik sistemini ilk başlatan büyük gazete Murdoch’un İngiltere’de yayınladığı The Times’tı. The Times’a abone olanlar “paywall”u aşıyor, tüm içeriğe istediği gibi erişiyordu. Önce Dallas Morning News, zaman içinde Batılı gazetelerin hemen hemen tamamı içeriklerini paywall’un arkasına taşıdılar.
Yeni iş modeli yavaş da olsa çalışmaya başlamıştı. Ancak aboneler günde bir kez yayınlanan gazetenin içeriğiyle yetinmiyor, 7/24 güncellenen bilgi talep ediyordu. Bu da yeni kadrolar demekti. Dönüşüm, yenilenme zor ve masraflıydı. O dönemin en iyi analizi yine Clay Shirky’den geldi; “Paywall, mevcut editoryal içeriğin değişmesinin gerekmediği güvenli bir kale olarak sunuldu. Eski modelin savunulmasıyla yetinildi.”
Küresel çapta gazetelere danışmanlık yapan Innovation Media Consulting firmasından Juan Senor ise 2020’li yılları sanki 10 yıl önce görmüştü: “Editoryal modeli değiştirmeden iş modelini düzeltemeyeceğiz.” Senor, müşterilerine yeni gelir yöntemleri aramanın yanı sıra toplumun günlük hayatıyla daha alakalı olmaları gerektiğini, basılı gazetelerin tasarımlarını yenilemelerini, internetle yarışamayan bazı geleneksel bölümleri terk etmelerini, analiz ve çok iyi yazılmış haberlere daha fazla ağırlık vermelerini öğütlüyordu.
Yeni gelir arayışlarının yaşam savaşına döndüğü 2010’lu yıllarda rekabete ayak uyduramayan pek çok gazete battı. Wall Street Journal ve Financial Times el değiştirdi. The New York Times işletme sermayesi eksiğini giderebilmek için binasını Meksikalı milyarder Carlos Slim’e satıp, kiracı konumuna geldi. Los Angeles Times iflas etti. Fransız gazeteleri milyarder iş insanlarının eline geçti.
Dijital yaşam biçimine ayak uydurmak yerine, dijital mecralarla savaşmayı seçmek hem de onların koyduğu kurallarla ve onların yönettiği bir dünyada kılıç sallamak sonu yok olmakla biten bir tercihti.
***
Ama yeni dünyayı doğru okuyanlar da vardı…
2010’lu yılların başlarında itibaren büyük bir dönüşüm çabasına giren The New York Times birkaç yıl içinde sonuç almaya başladı. Sadece iyi gazeteciliğe yatırım yapıp Juan Senor’un 2009’da önerdiği gibi hayatın her alanına girmeye başladılar. Bulmacadan yemeğe, modadan ilişkilere kadar yelpazeyi sonuna kadar açtılar. Hem de imrenilecek bir kaliteyle…
Bugün Wall Street Journal ve Washington Post gibi büyük rakipleriyle arayı açan Times, artık bir medya şirketi değil bir teknoloji şirketi gibi algılanıyor. Grup olarak 12 milyonu aşkın abonesiyle, kaliteli içeriğini her mecrada lider olarak okura ulaştıran bir teknoloji şirketi…
(Meraklısı için: Geçen yıl Washington Post’un yarışta neden geride kaldığına dair bir New York Times analizini Oksijen’de yayınlamıştık. https://gazeteoksijen.com/dunya/washington-postun-hizli-yukselisi-neden-durakladi-160477)
2010’lu yıllarda Japon Nikkei Grubu’na satılan Financial Times ve ortaklık yapısı değişen The Economist editoryal bağımsızlıklarını koruyup gazeteciliğe yatırım yaparak güçlendiler. Time, Fortune, Newsweek gibi devler kapanır veya el değiştirirken, The Economist bugün basılı ve dijital kanallarla 1.5 milyon civarında aboneye sahip.
Buna karşılık kuruluşundan birkaç yıl sonra 300 milyon dolara el değiştiren Huffington Post, içerik üretmeyen bir iş modeli benimsediği için 2010’ların sonlarında etkisini kaybetti. Yeni medyanın geleceği olarak görülen ve 4-5 yıl önce birkaç milyar dolar değer biçilen BuzzFeed ve Vice da özgün içerik handikapları nedeniyle ayakta durmakta zorlanır hale geldi.
***
Tam tersine bir gazeteci grubunun girişimi olan Fransız Mediapart, günde üç edisyon halinde okurun karşısına çıkan ve tamamen özgün içeriğe dayalı yayın politikasıyla Avrupa’nın en etkili dijital gazetesi oldu. ABD merkezli Politico da Washington haberleri, ayrıntılı mevzuat yayınları sayesinde yüksek abonelik gelirine ulaştı ve Almanya merkezli Axel Springer’e 1 milyar euro’ya satılarak büyük bir başarı hikayesine imza attı.
ABD merkezli Business Insider’ın da bir iş planı vardı: Wall Street Journal’ın ağdalı bir dille uzun uzun yazdığı ekonomi ve piyasa haberlerini kısa, özlü ve hızlı aktarmak. Önce WSJ’den aşırarak başladılar, sonra kendi kadrolarını kurdular. Model tuttu… 600 küsur milyon dolara satılan şirketin bugünkü değeri 2 milyar doların üzerinde.
2020’lerin başına gelindiğinde ise 10-15 yıl önceki hava değişmişti. Artık bedava haber değil, aynı haberlerin güvenilir medya kuruluşları tarafından işlenmiş versiyonları ve bu haberlere dayalı analizler daha kıymetliydi.
Elinizde tuttuğunuz bu gazeteyi yayınlama fikri üzerinde tartışan birkaç gazetecinin 3 yıl önce yine bu aylarda üzerinde konuştuğu meselelerin ana ekseni de yukarıdaki dinamiklerdi.
Ekonomik kriz ve ülkedeki gergin havaya ek olarak pandeminin en bunaltıcı olduğu günlerdi. “Oksijen olsun gazetenin adı” dedik, “Oksijen hayattır…”
Çok değil, yaklaşık 2.5 ay sonra üçüncü yaşımızı dolduracağız. Şu anda okumakta olduğunuz 146’ncı sayımız…
Bugün Cumhuriyetimizin 100. Yılı özel sayısı nedeniyle bizimle yeni tanışan okurlarımıza Oksijen’i biraz anlatmak isteriz.
Bu gazete The New York Times, Financial Times, The Economist gibi küresel medya kuruluşlarıyla yaptığı lisans anlaşmaları sayesinde bu itibarlı yayınlardan seçtiği içerikleri kelimesi kelimesine okurlarına aktarır. Kar amacı gütmeyen bir platform olan Project Syndicate’in çatısı altındaki yazarların makalelerine, dünyanın en büyük spor portalı The Athletic’in haberlerine yer verir. (Birkaç hafta içinde benzer bir yayının duyurusunu yapacağız. Şimdiden sabırsızlanıyoruz…)
Bu gazetenin yazarları okura akıl vermek yerine bilgi ve veriye dayalı analiz sunmaya gayret eder.
Bu gazete, düzenli yazarlarının yanı sıra uzmanlığın gerekli olduğu konularda “konuk yazar” makalelerine yer verir. (Bu haftadan itibaren konuk yazar makalelerine düzenli sayfa/sayfalar ayırarak, gazetemizdeki görüş zenginliğini daha kapsamlı ve kurumsal hale getirmeyi amaçlıyoruz.)
Oksijen kitap okuyanların; sinema, tiyatro, konser ve sergi haberlerini takip edenlerin; kendisinin ve ailesinin sağlığına özen gösterip doğru yaşam bilgileri almak isteyenlerin gazetesidir.
Salt ülkemizde olanları değil dünyada neler olup bittiğini merak edenlere; Netflix, Disney+, Apple TV, BluTV izleyenlere, Spotify dinleyenlere rehberlik etmeye çalışır.
Oksijen sadece yeni lokantaları takip edenlerin değil, yemek kültürünü ciddiye alanların, iyi tarımı destekleyenlerin gazetesidir.
Başka diyarları merak edenlere; doğadaki tüm canlıları ve toprağı sevenlere; sadece kendi teknesini değil kıyıları ve denizleri de koruyanlara hitap eder.
Bu gazete sokağın sesine kulak verir; 6 Şubat deprem felaketi, Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirişi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, İsrail-Hamas Savaşı gibi tüm dünyanın odağındaki gelişmeleri, yetkin muhabirleriyle yerinde izleyerek, okurlarına aktarma gayreti içindedir.
Çevre, eğitim ve hayatın her alanındaki eşitsizliklerle mücadele eden, yoksulluğa çözüm üretmeye çalışan iyilik hareketlerine pozitif ayrımcılık yapar.
Hayatın her alanında daha iyiyi ve doğru olanı arayanların nefes aldığı bir gazetedir Oksijen.
Eksiğimiz yok mu? Elbette var. Amacımız çizgimizden ayrılmadan eksiklerimizi gidermek. Bu amaçla [email protected] adresine göndereceğiniz öneri ve eleştiriler bize yol gösterecektir.
Yayın hayatımıza başladığımız ilk günden itibaren bizi yalnız bırakmayan okurlarımıza şükranlarımızı sunar, Oksijen ekibi olarak Cumhuriyetimizin 100. yılını gururla kutlarız.
Editöre Mektuplar
Yönetim sanatına daha çok yer verin
Gazetenizi ilk çıktığı günden beri takip ediyorum, önce kâğıt sonra dijital olarak. Haftalık olmanıza rağmen gündemi ve nabzı bu kadar doğru tutuyor olmanız takdire değer. Haftanın güncel olaylarından en öne çıkanı hakkında kafamda hangi soru varsa manşette veya bir makalede ele alınmış oluyor. Ekonomi haberleri makro analizler dışında firmalar özelinde de anlaşılır ve ilginç detaylar ile veriliyor. Birkaç hafta önce bir şirket CFO’su ile yapılan röportajda yanlış yorumladığınızı düşündürecek bir finansal veri yüzünden “Finansal okuryazarlığımızın seviyesi hakkında şüphe uyandırabilir” diye bir dipnot eklemeniz pek rastlanan bir şey değildi... Ayrıca dış haberlerin “tercüme kokmayan” çevirileri çok başarılı. En ilginç makaleler mi seçiliyor, emin değilim (kişiye göre değişebilir tabii ki) ama Financial Times makalelerini onların “renginde” sayfalarda okumak güzel bir deneyim. Yönetim “sanatı” ve iş dünyası üzerine çeviriler (The Economist Bartleby tadında) ile O2’de kurgu roman dışı kitapların tanıtımlarına daha fazla ağırlık vermeniz dileğiyle.
Bülent Şamlı-İstanbul
Editörden okurlara: E-postalarınıza lütfen isim ve soyadınız ile yaşadığınız kenti ekleyin. İsimsiz mesajları yayınlamıyoruz. Kısa metinlerin yayınlanma imkanı daha yüksek olmakla birlikte, önemine binaen 500 kelimeye kadar olan mesajları yayınlayabiliriz. Bize yazan okurlarımız mesajlarının redakte edilebileceğini, kısaltılabileceğini peşinen kabul etmiş sayılırlar. Hakaret, taciz ve bariz haksızlık içeren mesajlar dışında her türlü görüş, öneri ve eleştirilerinize açığız.