Türk toplumu bunca yıllık tecrübeden sonra hukukun, adaleti sağlamaktan çok vatandaşı denetlemek üzere var olduğuna inanmış. Tarihimiz, yargının her dönemde siyasal kaygılarla davrandığına dair deneyimlerle dolu. Bu nedenle vatandaş özel hayatına yargıyı, polisi almak istemiyor, meselesini kendisi çözmeye çalışıyor
Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu davası kararlarıyla beraber dört aydır iktidar bloku sözcülerinin tartışmaları vardı zaten. Şimdi de yeni üye atanan isimle muhalefetin de dahil olduğu bir tartışma gündemde. İktidar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına da itiraz ediyor. Siyasi itirazlardan öte bu kararlar uygulanmıyor da. Kamuoyu ise yerel mahkemelerdeki bazı kararların hukuka uygunluğunu değil, hangi siyasi amaçla alındığını tartışıyor. Hukuk sisteminin tümüyle siyasi denetim altına alınmaya çalışıldığı açık. Benim kanaatime göre, bu tartışmaların ve özellikle de iktidar blokunun söylemlerinin amacı, bugünden daha çok geleceği biçimlemek. Seçim yasası, merkezi yönetim ve yerel yönetimlere dair merkeziyetçiliği hedefleyen düzenlemeler için şimdiden pozisyon ve tedbir alınmaya çalışılıyor. Hukuki veya siyasi yönünü siyasetçiler ve meslek erbabı tartışıyor zaten. Ama ben uygulanan ya da uygulanmayan kararların ve genel olarak hukukun bu denli siyasallaşmasının toplum gözündeki, sade bireyler gözündeki yönüne dikkat çekmek istiyorum. Sınıfsal ve siyasal bir mesele olarak hukuk
KONDA Barometresi araştırmalar dizisinin “hukuk ve adalet algısı” araştırmasında sormuşuz: “Hâkimler, savcılar, polisler, işlemlerinde karşılarındakilerin kim olduğuna göre farklı davranıyor mu?” Toplumun yüzde 59’u “zengin mi fakir mi olduğuna göre farklı davranıyorlar” demiş. Tahmin edebileceğiniz gibi ikinci sırada da “iktidarın adamı olmak-olmamak” geliyor, yüzde 56 da bu kanaatte. “Kadın-erkek” ayrımı olduğuna dair algı yüzde 34, “Türk mü Kürt mü” olduğunuza göre farklı muamele algısı yüzde 29, “Sünni mi Alevi mi” olduğunuza göre ise yüzde 24. Bulgular gösteriyor ki toplum hakimlerin, savcıların, polislerin davranışlarının sınıfsal ve siyasal gerekçeyle farklılaştığını düşünüyor. Toplum zaten yargıyı “vatandaşların kanunlara uymasının denetlendiği yer olarak” görüyor. Yüzde 85 insan bu kanaatte. Bu bulgulardan yola çıkarak benim yorumum, toplumun yargıyı ve güvenlik güçlerini, hayatı düzenleyen ve kolaylaştıran mekanizmalar olarak değil, sınıfsal ve siyasal gerekçelerle hayatı denetleyen mekanizmalar olarak değerlendiriyor. Toplumsal bellekteki hukuk algısı
Toplumsal bellekteki tüm birikim, hukukun adaleti, toplumsal düzeni sağlama ve kolaylaştırma üzerine değil vatandaşı denetlemek üzerine olduğu yönünde. Benzer biçimde toplumsal bellek her dönemde yargının siyasal kaygılarla davrandığına, hukukun devlet birey ilişkisinde devletten yana çalıştığına dair deneyimlerle dolu. Bu nedenle sade bireyler kendi özel hayatlarının içine mümkün olduğunca devleti, yargıyı, polisi almak istemiyor. Bireysel hayatında kendi meselelerini formal, informal yollarla bir biçimde çözmeye çalışıyor. Ama ortak hayata döndüğünde ortak hayatın risklerine, gerilimlerine karşı sağlam bir yargı sistemi, güvenlik güçleri olsun istiyor. Riskli gördüğü alanları devlete bırakırken kendi özel alanını ayrıştırıyor. Tam da bu nedenle birey olmak konusunda son derece arzulu ve gayretli, sorun çözücü ve umutlu olanlar, yurttaş olmak konusunda ikircikli, temkinli, garantici davranıyor. Ama siyasetin toplumsal tercih ve desteklere ihtiyaç duyduğu zamanlarda da çeşitli af düzenlemeleriyle vatandaşa birtakım tavizler verdiğini yine toplumsal bellek kaydetmiş. Örneğin bireyler kendi konut ve güvenlik meselesi söz konusu olduğunda sorunu bir biçimde çözmeye çalışıyor. O çözüm hukuka, kurallara uygun olsa da olmasa da uyguluyor. Nasıl olsa siyaset bir noktada taviz verecek diyor. Nitekim son imar affı meselesi bu konuda iyi bir örnek ve vaka analizi. Son imar affı 1948 yılındaki ilkinden bu yana geçen 70 yılda 17’nci imar affı. Öyle olduğu halde 17’nci imar affına 9 milyona yakın insan başvurmuş. Yani 9 milyona yakın insan imar kurallarına, ruhsata aykırı bir şey yaptığını bilerek yapmış. Toplumun yüzde 47’sine göre “suç, yapanın yanına kar kalıyor”. Aslında toplum biliyor
Öte yandan, yukarıda sözünü ettiğim araştırmanın bulgularına göre, olması gerekenin ne olduğunu toplum biliyor. Adaletin anlamı nedir diye sorduğumuzda toplumun yüzde 94’üne göre “herkesin dini, kökeni, cinsiyeti, fikri, dili, rengi ne olursa olsun eşit olması”, yüzde 88’ine göre “mazlumun hakkını aramak”, yüzde 87’sine göre “haklının haksızın ayırt edilmesi”. Yine toplumun yüzde 92’sine göre “hükümetin işlemleri yargı denetimine tabi olmalı”, yüzde 89’una göre “kanunların anayasaya uygunluğu denetlenmeli”. Gördüğünüz gibi sade vatandaşlar ne olması gerektiğini biliyor. Ama deneyimleri hukukun, yargının devleti önceleyerek, zenginleri ve iktidarlara yakın olanları kolladığı üzerine. O zaman da bir başka toplumsal tutum devreye giriyor. İyi, doğru, güzel diye bilinenler ile gündelik hayat pratikleri ayrışmaya başlıyor. Kırmızı ışıkta geçmenin yanlış olduğunu, ruhsatsız ve kurallara aykırı inşaat yapmanın kanunsuz olduğunu, rüşvet almanın, vermenin suç olduğunu herkes biliyor. Ama pratik hayatında farklı davranışı meşru gösterecek yüzlerce yaşanmışlıktan ilham alarak kendini mazur gösterecek bir gerekçe buluyor. Tüm bu paradoksal gibi görünen, birey olmak ama yurttaş olmamak, doğru olanı bilmek ama yanlış olanı yapmak gibi yarılmalar büyük bir risk barındırıyor. Hukukun üstünlüğüne inanç zayıflıyor. Daha da önemlisi bu zayıflama, kadim gerilimlerden filizleniyor, kimliklere sıkışma ve siyasal kutuplaşmalardan beslenerek ortak yaşama iradesini, ortak kadere inancı zayıflatıyor. İktidar veya muhalefetin, hangi mahkemeyle, hangi yargı mensubuyla, hangi mahkeme kararıyla nasıl kavga ettiği üzerine şehvetli birçok analiz yapabiliriz. Ama asıl toplumdaki hukukun üstünlüğüne ve ortak kadere inancın zayıflamasını dert etmeliyiz bence. Çünkü geleceğimize dair umutlarımızın, ütopyalarımızın önündeki en önemli zihni ve duygusal eşiklerden birisi burası.